29 Kasım 2012 Perşembe

İş Görüşmesi

KPSS tercihlerini yapmanın gerginliğini üzerimden atamamışken, annem yarın için bana ilk iş görüşmemi ayarladı. Yarın 15.30 dan sonra olacak mülakatım. Bilgisayarla ilgili değil daha çok bir çeviri işi. Onca çevirmen varken bana düşmez zaten iş. Benim diplomam bilgisayar mühendisi diyor sonuçta.

İş görüşmesine uygun kıyafet almalıyım. Saçıma kendime çeki düzen vermeliyim. Lens takmayıp gözlükle gitsem mi yoksa lensi taksam mı bilemedim. Gözlükle çok okuyan bir tip olarak görünsem daha iyi olmaz mı? Kafamda böyle listeler dönüp duruyor.

O gerginim ya. Ağlasam mı, yatağın içine girip uyuyup unutmaya mı çalışsam, yoksa hiçbir şey yokmuş gibi mi davransam bilemiyorum.

Bu arada halam dün yine hastaneye yattı. Ama artık yürüyecek hali olmadığı için ambulans ile gitti. Annem iş çıkışları yine hastanede. Hayat yine bir karmaşa içinde geçiyor. Şimdi bir de iş görüşmesi. Sanırım ağlamayı seçeceğim. Gözlerim doluyor durduramıyorum.

Ama olumlu tarafından bakmaya çalışırsam biraz para hiç de fena olmaz. Hem sonsuza kadar masa başında çalışmak zorunda da değilim. Bir işe girince sonsuza kadar orada kalmak gerekmez. Paraya alışıp işi bırakamayacak psikolojiye girmemeliyim hepsi bu.

24 Kasım 2012 Cumartesi

Halam perşembe günü hastaneden çıktı ama sevinemedim bile çünkü gelecek çarşamba bir ameliyat daha olmak için hastaneye geri yatacak. Şimdi program belli ya kafam o yüzden biraz daha rahat ama hiçbir şey düzelmiş değilde beklemeye alınmış gibi bir his var içimde.

Halamların evine iki günde bir 2 saatliğine gidiyoruz ama yüzler asık. Hasta olan halam bitkin, sinirli... Kendisi gibi görüneceği zamanları bekliyorum.

Birde kpss sonuçlarına göre yapılacak yerleştirme için tercih yapmalıyım çarşambaya kadar. Düşünmemeye çalışıyorum ama kabus gibi üzerime çöktü. Aklıma geldikçe bir el boğazıma sarılıyor sıktıkça sıkıyor sanki. Tercihi yapacağım ama ne olur beni yerleştiremesin diyerek yapacağım. Bu kaosun içinde en büyük kabusum yaklaşıyor. Düşünmemeliyim, düşünürsem tercih dahi yapmayacağım.

22 Kasım 2012 Perşembe

Notting Hill


Çocukluğumda bir süre en sevdiğim film sorulduğunda Notting Hill dedim. Sonra ne oldu nasıl oldu bilmiyorum; belki başka bir filmden çok etkilendim belki de sadece zaman geçti bende Notting Hill’i unuttum gitti. Titanic ile başlayan eskiden izleyip sevdiğim filmleri almak, arşivime eklemek kararı ne kadar doğru bir kararmış Notting Hill ile yeniden anladım.

Film elime bugün geçti bende izleyecek vakti ne yaptım ettim buldum. Filmin büyük ksımını zaten adım gibi biliyormuşum ama nasıl olduysa Anna Scott (Julia Roberts) ve William Thacker (Hugh Grant) arasında geçen her kötü olayı az ya da çok atmışım zihnimden. Bazılarını azıcık hatırlıyorum bir tanesini ise hiç mi hiç hatırlamıyorum.

Julia Roberts’ı zaten severim. Notting Hill, Mona Lisa Smile, Runaway Bride gibi bir çok nedeni var sevgimin. Sonra gülümsediğinde tüm dünya daha güzel bir yer oluyormuş gibi hissetmem var. Julia Roberts güzeldi, oyunculuğu güzeldi. 90’ların sonunda yapılmış bu film de dikkatimi çeken diğer birşey kıyafetlerdi. 90ların modasına gülümsedim ara sıra filmde.

Hugh Grant’e gelince, ben oyunculuğunu beğendim. Yalnız saçları nasıl böyle duruyor diye düşündüm bir süre. Hep canlı kabarık yeni yıkanıp kurutulup şekil verilmiş gibi. Bir de hakkında kötü eleştirilerle dolu bir sürü yazı okumuş olmama çoğunda da bu eleştirilere hak vermeme rağmen ondan hiç soğumama nedenimin Notting Hill olduğunu fark ettim. Çocukluğumda bu filmde görüp öyle sevmişim ki, onun ana karakterlerinden birini canlandıran oyuncuyu sevmemezlik edememişim sanki.


Yan karakterlere gelince muhteşemdiler. Filmi zenginleştiren, renk katan, gülümseten karakterlerdi. Filmi düşündüğümde sadece Anna ve William’ı değil aynı zamanda da Spike’ı düşünüyorum. Spike karakterini görünce de gülümsememek mümkün değil. Rhys Ifans, Spike olarak mükemmeldi. Şöyle bir gelip geçen karakterlerden birini şimdilerde The Newsroom’da izlediğim Emily Mortimer’dı. Daha gençken nasıl alımlı nasıl güzelmiş. Şimdi de hoş ama gençken bir başkaymış.


William: The thing is, with you I’m in real danger. It seems like a perfect situation, apart from that foul temper of yours, but my relatively inexperienced heart would, I fear, not recover. If I was once again cast aside, as I would absolutely expect to be.

William: There are just too many pictures of you, too many films. You’d go and I’d be, uh, well, buggered basically.

Anna: That really is a no, isn’t it?

William: I live in Notting Hill, you live in Beverly Hills. Everyone in the world knows who you are. My mother has trouble remembering my name.

Anna: Fine. Fine. Good decision. Good decision. The fame thing isn’t really real, you know?

Anna: And don’t forget I’m just a girl, standing in front of a boy asking him to love her.



Notting Hill


Çocukluğumda bir süre en sevdiğim film sorulduğunda Notting Hill dedim. Sonra ne oldu nasıl oldu bilmiyorum; belki başka bir filmden çok etkilendim belki de sadece zaman geçti bende Notting Hill’i unuttum gitti. Titanic ile başlayan eskiden izleyip sevdiğim filmleri almak, arşivime eklemek kararı ne kadar doğru bir kararmış Notting Hill ile yeniden anladım.

Film elime bugün geçti bende izleyecek vakti ne yaptım ettim buldum. Filmin büyük ksımını zaten adım gibi biliyormuşum ama nasıl olduysa Anna Scott (Julia Roberts) ve William Thacker (Hugh Grant) arasında geçen her kötü olayı az ya da çok atmışım zihnimden. Bazılarını azıcık hatırlıyorum bir tanesini ise hiç mi hiç hatırlamıyorum.

Julia Roberts’ı zaten severim. Notting Hill, Mona Lisa Smile, Runaway Bride gibi bir çok nedeni var sevgimin. Sonra gülümsediğinde tüm dünya daha güzel bir yer oluyormuş gibi hissetmem var. Julia Roberts güzeldi, oyunculuğu güzeldi. 90’ların sonunda yapılmış bu film de dikkatimi çeken diğer birşey kıyafetlerdi. 90ların modasına gülümsedim ara sıra filmde.

Hugh Grant’e gelince, ben oyunculuğunu beğendim. Yalnız saçları nasıl böyle duruyor diye düşündüm bir süre. Hep canlı kabarık yeni yıkanıp kurutulup şekil verilmiş gibi. Bir de hakkında kötü eleştirilerle dolu bir sürü yazı okumuş olmama çoğunda da bu eleştirilere hak vermeme rağmen ondan hiç soğumama nedenimin Notting Hill olduğunu fark ettim. Çocukluğumda bu filmde görüp öyle sevmişim ki, onun ana karakterlerinden birini canlandıran oyuncuyu sevmemezlik edememişim sanki.


Yan karakterlere gelince muhteşemdiler. Filmi zenginleştiren, renk katan, gülümseten karakterlerdi. Filmi düşündüğümde sadece Anna ve William’ı değil aynı zamanda da Spike’ı düşünüyorum. Spike karakterini görünce de gülümsememek mümkün değil. Rhys Ifans, Spike olarak mükemmeldi. Şöyle bir gelip geçen karakterlerden birini şimdilerde The Newsroom’da izlediğim Emily Mortimer’dı. Daha gençken nasıl alımlı nasıl güzelmiş. Şimdi de hoş ama gençken bir başkaymış.


William: The thing is, with you I’m in real danger. It seems like a perfect situation, apart from that foul temper of yours, but my relatively inexperienced heart would, I fear, not recover. If I was once again cast aside, as I would absolutely expect to be.

William: There are just too many pictures of you, too many films. You’d go and I’d be, uh, well, buggered basically.

Anna: That really is a no, isn’t it?

William: I live in Notting Hill, you live in Beverly Hills. Everyone in the world knows who you are. My mother has trouble remembering my name.

Anna: Fine. Fine. Good decision. Good decision. The fame thing isn’t really real, you know?

Anna: And don’t forget I’m just a girl, standing in front of a boy asking him to love her.



21 Kasım 2012 Çarşamba

No Strings Attached



Film 2011 yılının başlarında vizyona girmiş ama ben varlığından haberdar olsam da filmi izlemeyi planlamamıştım hiç. Çünkü Natalie Portman’ı ne kadar seversem seveyim, Ashton Kutcher’a onun için bile katlanamam diye düşünmüştüm. Aston Kutcher’a tahammül edebildiğim, hatta onu beğendiğim tek zaman That 70s’ Show du. Sonrasında görünüşünden mi, oyunculuğundan mı yoksa magazinsel kişiliğinden mi bilmem acayip soğudum.

Ama son zamanlarda ki deli gibi romantik komedi film arayışım içerinde No Strings Attached öne çıktı. Üzerinde düşündükçe Natalie Portman’ı asla bir romantik komedide düşünemediğimi fark ettim  ve onu bir de böyle bir film de izleme isteğim galip geldi.


Kısacık özetlemek gerekirse; Adam Franklin (Ashton Kutcher) ile Emma Kurtzman(Natalie Portman) çocukluklarında bir yaz kampında tanışılar. Bundan sonraki 15 yıl içinde ise sayılı defa tesadüfen karşılaşırlar. Son bir araya gelişlerinde aralarında “no strings attached” kurallarıyla fiziksel bir ilişki başlar. İlişkiyi sadece fiziksel seviyede tutmak Emma’nın isteğidir, Adam sadece ona uymak için bunu kabul eder. İlişki ilerledikçe ikisi de birbirlerine bir şeyler hissetmeye başlar ama Adam hislerini kabul edip onları gösterirken Emma romantik bir şeyler hissettiğini kabul etmekte zorlanır.

Film için romantik komedi desem de aslında öyle komik bir yanı yoktu. Yani yüzümde bir gülümseme ile izledim doğru. Ama hiç öyle kahkahalarla gülmedim. Aslında izlediğim filmlerin çoğunda kendini kaptırıp ağlayan bir insan olarak, bu film de ağlamadım da. Emma’nın kendini bastırıp duvarlar örüşünden mi bilmiyorum, duyguyu hissettim büyüklüğünü kabul ettim ama ağlayasım gelmedi.

Natalie Portman’a film boyunca tekrar tekrar aşık oldum. Yüz hatlarını her zaman sert, güzel, çekici bulurdum ama saç rengi şekli yada canlandırdığı karakterden mi bilmem yüzü güzelliğini ve çekiciliğini korusa da sanki hatları daha yumuşak geldi bana. Aston Kutcher’ı ise her zamankinden daha iyi buldum. Hatta magazinde göze sokulan kimliği unutulduğunda – ki o saç şekli ve görüntüyle unutulabildi - hiç de fena değildi.

Film izledikten sonra hangi türde film olursa olsun - sadece romantik komedi de olsa - film bittikten sonra onun hakkında bir süre düşünürüm hep. Bazı filmler insana düşünecek hiçbir şey vermese de aklımı onlardan hemen uzaklaştıramam. Bilerek isteyerek de değil çoğu zaman gözüm dalar ve aklım kendiliğinden filme döner. Bu film de düşündüğüm şey Emma’nın çevresine ördüğü duvarlar oldu.


Filmde Emma’nın kendini hissetmekten soyutlayışı dramatik ve açıktı. Bence gerçek hayatta kendini soyutlamak duvarlar örmek gibi terimleri kullanmayı sevmem. Sanki bunlar bizim hayatımız için değil de filmler kitaplar içinmiş gibi gelir. Romantik bir fantezi gibi. Ama düşünürken aklım Emma’dan kendime kaydı ve benim de duvarlarım var kendi ördüğüm diye düşündüm. Onlar içinde yaşamaktan mutsuz da değilim ama varlar. Durumum Emma’nınki gibi dramatikmiş gibi de hissetmiyorum ama demek ki gerçek hayatta da insan bazı hislerden korunmak için duvarlar örüyormuş fark etmeden.

Ya da belki bu duvarlar yok da benim depresyonum konuşuyor şu anda. Olabilir mümkün.

Yine Yeniden

Sürekli hastane hastane dememden bıktınız biliyorum. Bende sürekli hastaneden bahsetmekten, onun hayatımda bu kadar büyük bir yer kaplamasından bıktım ama ne yapalım işte hastane maceramız bitmemiş daha.

Dün halam kontrol için hastaneye gitti. Bir kez yolda ikinci defa hastanede bayılınca aslında yatırmaları büyük bir sürpriz olmadı. Serum verip bir gece yatırıp, kendine iyi bakması nasihati ile eve yollarlar diye düşündüm. Çünkü evde geçirdiği bu bir hafta da ne yaptıysak beğendirip yediremedik. Kendini iyi hissetmesi için yemek yemesi gerekiyordu ama iyi hissetmeyince yemek yemiyordu falan derken bir hafta geçti. Bu kısır döngüyü bu hastane ziyareti kırar diye umdum. Kırdı da ama sonuç benim beklediğim gibi olmadı. Bir gün değil önümüzü göremediğimiz bir süre için daha hastaneye yattı halam. Belki de kısa bir süre içindir ama doktorlar hiç zaman sınırlaması koymuyor.

Ama bu sefer ben hastanede kalamıyorum. Halamın sürekli yardıma ihtiyaç duyduğu bir şey var (medikal bir şey ayrıntıya girmesem daha iyi, ben hemşirelerin işi sanmıştım ama değilmiş, bazı hastalar kendileri hallediyorlarmış ama benim halam halledemiyor) ve ben onu yapamıyorum. Hastanede kaldığım diğer zamanlar bize bu konuda bir hasta bakıcı yardımcı olmuştu ama şimdi o bayan gece nöbetinde olduğundan gündüz benim halam ile kalmam söz konusu olamıyor. Bu nedenle annem akşam işten çıktı ve bütün günün yorgunluğuna rağmen hastaneye gitti gece yarısı ancak eve gelebildi.

Bu sefer benim sorumluluğum hastane değil, ev düzenini sağlamak oldu yani.

Bütün bu olanlar arasında depresyondayım. Artık inkar edilir yanı kalmadı. Geçen gün bir yerde Madonna'yı gangnam style dansı yapıp o adamla düet yaparken görüp ağlamaya başladım. Ama öyle böyle değil hüngür şakırt ağladım.

Sonra Cuma günü Breaking Dawn Part 2 yu izlemeye sinemaya gittik Seb ile. Mutluydum aylardan sonra arkadaşımı gördüm herşey güzel falan derken eve geldim önce Twilight macerasının sonu diye düşündüm bir süre. Sonra da birinci kitabı tekrar elime aldım. Benim için bundan daha belirgin bir depresyon göstergesi olamaz. okuyamadım o ayrı. İstemedim. Twilight dan daha derimin altına işleyen bir hayal dünyası lazım bana. Belki Harry Potter serisi ya da Hobbit. Hem filmi de gelecek. Bu arada Breaking Dawn Part 2 güzeldi, onun hakkında da yazmayı düşünüyorum.

Depresyon sürecimin bu noktasında boş bulduğum her vakti ya romantik komedi izleyerek yada vaktim olunca ne izlesem diye düşünerek geçiriyorum yani bundan sonra bol bol film yorumu yazabilirim. Çok yoruldum çok. Ruhum yorgun.

19 Kasım 2012 Pazartesi

Kakaolu Fındıklı Biscotti

Uzun süredir yapmayı düşünüyordum ama bir türlü vakit bulamıyordum. Ama sonunda yaptım. İşte malzemeler;

1 kap fındık
120 gram bitter çikolata
1 kap esmer şeker
1 3/4 kap un
1/3 kap kakao
1 çay kaşığı karbonat
3 yumurta
1 vanilya
1/4 çay kaşığı tuz

Bu arada fındığın tuzlu olmamasına dikkat etmek lazım. Kavrulmuş tuzsuz fındık olmalı. Bir de yarım kaba yakın un da hamura şekil verme aşamasında kullanılıyor o yüzden fazladan unu hazır bulundurun.

Şimdi de yapılışı;

  1. Fırını 150 C dereceye ısıtın.
  2. Un, kakao, karbonat, tuz ve vanilyayı bir kapta karıştırın.
  3. Şeker ve çikolatayı birlikte robottan geçirin.
  4. Yumurtaları çırpın. Sonra şeker ve çikolatayı ekleyip çırpmaya devam edin.
  5. Son olarak da unlu karışımı ekleyin, çırpma ucunu hamur karıştırıcı uçla değiştirip çevirmeye devam edin.
  6. Fındıkları da ekleyip bir süre daha karıştırın.
  7. Fırın tepsisine yağlı kağıdı yerleştirip hazır edin.
  8. Tezgahınızı bolca unlayıp hazır edin. Sonra hala yapışkan olan hamuru spatula yardımıyla tezgahın unladığınız kısmına alın.
  9. Ellerinizi de iyice unlayarak; hatta şekil verirken yapışaması için hamurun üzerinde az az un ekleyerek hamurunuzu ikiye bölün.
  10. Bu parçaları tek tek yaklaşık 25 cm'e 5 cm'lik mümkün olduğunca düzgün dikdörtgenler halinde tepsinize yerleştirin. bu iki parça arasında aralıklar bırakmak önemli yoksa kabardıklarında birbirlerine yapışabilirler.
  11. Biscottinizi 35-40 dakika kadar pişirin. Hamurun üzerinde çatlaklar oluşması piştiğine işaret eder.
  12. 10 dakika soğumasını bekleyip 2 cm'lik dilimler halinde kesin.
  13. Dilimlerin her iki yüzünü de 5'er dakika daha fırına vererek kurutun. Orjinal tarifte 15er dakika diyordu ama bana göre öyle çok kuru oluyor.




Bu arada köşelerden kestiğiniz parçaları kurutmanıza hiç gerek yok. O köşe parçalar zaten kuru oluyor. Aslında kısa sürede tüketmeyi planlıyorsanız kurutmanıza da gerek yok. Kurutma işlemi biscotti'lerin uzun süre bozulmadan yenmesi için yapılıyor biraz da.

Ama kısa sürede tüketsem de kurutma kısmını yine de yapıyorum, çünkü biscottiyi kahveme batırarak yemeyi seviyorum ben. Umarım siz de seversiniz :)

15 Kasım 2012 Perşembe

Nils ve Uçan Kaz

Bu ara ne bu nostalji durumlarım anlamıyorum. Ama bir baktım imdb de bu çizgi filmi bulmaya çalışıyorum deli gibi, bulamayınca raksotek kasetleri karıştırmaya başladım sırf adını öğrenmek için. Kaseti bulunca gözüm doldu falan...

Nils Holgersson

Bu kadarı da yetmedi acaba DVDsi var mıdır diye aradım durdum, yokmuş. Keşke olsaydı alırdım kesin. 

13 Kasım 2012 Salı

Müşterek Dostumuz


Sorarlar ya en sevdiğin yazar kim diye. Ben bir süre önce en sevdiğim yazarın Charles Dickens olduğunu düşünmeye başlamıştım. O kadar çok kitabı olmasına rağmen sadece dört kitabını okumuştum o zaman. David Copperfield, İki Şehrin Hikayesi (Tale of Two Cities), A Christmas Carol  ve Oliver Twist. Oliver Twist’in kısaltılmış versiyonunu değil de, orjinal uzunluğunda olan romanını okuyunca başlamıştı bu düşüncem. Çeşit çeşit insanı Charles Dickens kadar iyi anlatan yok diye düşünüyordum. Haklıymışım.

Müşterek Dostumuzu (Our Mutual Friend) okumaya başladığımda biraz tereddüt ettim. Toplumun değişik kesimlerinden, apayrı hayatlar yaşayan insanlara ilk bakışla başladı roman. Bu karakterler nasıl bir araya gelir anlayamadım başta. Hayal kırıklığına mı uğrayacağım diye düşünerek biraz ilerlemiştim ki hikaye mükemmel bir şekilde bir araya geldi.  Hikaye yine hayatlara ayrı ayrı bakarak devam etti ama herkes bir şekilde ilintiliydi.

Kitap boyunca çeşit çeşit insan tanıdım. 1800’ler İngilteresi’nin sistemindeki yanlışlıkları bu hayatların akışı içinde gördüm. Sınıf farkının büyüklüğü karşısında ağzım açık kaldı. İşçi sınıfı kadınları ile hanımefendiler arasındaki göze  sokulan itibar farkına şaşırıp kaldım. Dickens’ın kitaplarını okurken az çok sonu tahmin ederim, bu kitapta ise hiç beklemediğim bir sürprizle karşılaştım. Sürprizin kendisinden çok Dickens’ın böyle bir sürpriz yapmasına şaşırdım.

İthaki Yayınları tarafından yayımlanan Müşterek Dostumuz’da; Dickens’ın yazarlığının yanında kitabı keyifli kılan bir diğer öğe de Marcus Stone tarafından yapılmış illüstrasyonlardı. İthaki’yi tebrik ediyorum orjinal illüstrasyonları korudukları bize kitabı onlarla sundukları için.

Kitabın uzunluğu, büyüklüğü kimsenin gözünü korkutmamalı. Öyle akıcı bir kitap ki... Dickens’ın bazen alaycılaşan dili ise kitabı daha da zevkli kıldı. Karakterler çeşit çeşit ve o kadar iyi anlatılmışlar ki... Ben goodreads’de bu kitaba 5 üzerinden 5 verdim. Elimde olsa yıldızlı 5 verirdim. Şiddetle tavsiye ederim.

Not: Bu arada söylemeyi unuttum, Aslı Biçen çevirmiş. Eline sağlık, oldukça iyi bir çeviriydi.

Taburcu

Dün sabahım umutlu başladı. Hastaneden taburcu haberi bekliyordum. Halamın asıl doktorları Antalya'da konferanstaydı bir kaç gündür, dün ilk kez göreceklerdi onu günler sonra. Çok emindim kendimden, kesin taburcu diyordum. Hastaneye gitmeden telefon ettim bir şeye ihtiyacınız var mı diye. Değil taburcu haberi almak bir sürü aksilik haberi aldım.

Umutlu dan sinirli ve huysuza geçişim müthiş hızlı oldu. Hastaneye suratım beş karış her an ya bağıracak ya ağlayacak halde gittim. İki halamın durumu da aynı benim gibiydi. Büyük halam gitti, hasta olan halamla ben karşılıklı tüttük sinirden. Ama ikimizde birbirimize değil başka kim varsa onlar hakkında çemkirip durduk.

5 de doktorlar odaya doluştu refakatçileri dışarı aldılar. Kapının önünde dururken içeriden bir ses duydum "Taburcu ediyoruz, taburcu" diyordu. Kapıdan şöyle bir baktım halamın başında doktorlar. İçeri girince düşüncelerim doğrulandı, halam ertesi gün taburcu oluyordu.

Dünya da o an benden mutlu bir insan daha olduğunu sanmıyorum. Eve dönüp yurtdışından ben hastanedeyken dönmüş annemi de görünce her şey tam oldu, bulutların üstündeydim tüm gece.

Ve bugünde hiç bir aksilik çıkmadı. Halam taburcu oldu. Zahmetli oldu bir aydır hastanede olunca baya baya yerleşmişiz fark etmeden. Ev taşır gibi olduk ama oldu bitti. Halam kendi yatağında yatıyordu biz oradan çıkarken.

Her şey normale dönüyor sanki. Kendime biraz daha vaktim olacak. Kitaplara filmlere dalmak arkadaşlarımı görmek istiyorum. Sinemaya gidelim, görüşemediğimiz ayları konuşup çekiştirip uzatalım istiyorum. Mutluyum, umutluyum ben bugün :)))

10 Kasım 2012 Cumartesi

My Girl


Bu filmi az önce bana imdb hatırlattı. İyi ki de hatırlatmış.
Çocukluğumdan iyi hatırladığım filmlerden.
Yeniden izlesem ne güzel olur :))

Bir filmi hatırlamaktan bu kadar mutlu olmam biraz acayip biliyorum, evet. :D

Evde Tek Başına

Bu hafta halamların evi hastaneye daha yakın diye onların evinde kaldım. Sabah 9, akşam 6 arası hastanede yolda geçen zamanların dışında ise onların evindeydim. Tek başıma. Büyük halam gece kalıyor küçük halamın yanında çünkü.


İlk kez evde bu kadar yalnız kaldım. Kendi evim de değil üstelik. Sadece 5 gün ama benim için bir ilk. 25 yaşındayım sonuçta garip gelebilir ilk kez evde yalnız kalmam ama ben biraz korkağımdır, karanlıktan bile korkarım.

Hem bu evde yalnız kalma işini hiç sevmedim ben. Belki günün geri kalan kısmı hastanede geçtiğinden bilmiyorum kasvetli geldi bana. Ne televizyondan ne internetten zevk aldım. Bir tek kitap okumak biraz sakinleştirdi beni. Annem de yurt dışında olduğundan belki çok yalnız hissettim kendimi.

Gerçi evde tek başımaydım ama özgür değildim. Yapmam gereken yemekler vardı, sabah 7 de kalkmam gerekiyordu falan derken çok da özgür değildim. Ev gel yemek yap, bulaşık, biraz Tv yada kitap, uyku, kahvaltı hazırla (kendim için olsa hazırlamayacağım ama büyük halam eve gelince ben hazırlamazsam yemiyor :S), hastaneye götüreceklerini hazırla, hastane. 5 günde üç aşağı beş yukarı böyle geçti.

Bir de gördüğüm kabus var. Perşembe sabahı çok fena uyandım ağlayarak. Rüyam o kadar gerçekçiydi ki. Gerçi şimdi hiç bir şey hatırlamıyorum. Sadece biriyle çok fena kavga ettiğimi biliyorum rüyada. Fiziksel bir kavga değil ama böyle ağlayarak bağırarak yapılan kavgalardan. Sanki çığlık çığlığa bağırmışım bolca da ağlamışım gibi uyandım.

Bugünkü hastane nöbetim sadece 2 saatti neyse ki. Hemen eşyamı toplayıp eve döndüm. Hastaneye gideceksem de (ki gideceğim) evden gitmeliyim, yoksa fena halde depresyona gireceğim. Son birkaç gündür her an ağlayabilir durumda dolaşıyorum zaten. 

Sözün özü ben evde yalnız kalmayı hiç sevmedim. Hastane durumlarından mı yoksa gerçekten mi sevmedim bilemiyorum ama şimdilik vardığım sonuç bu. Hep yalnızlığı severim derdim ama düşündüğüm kadar sevmiyor olabilirim sanırım. Saçma ama sevdiklerimden izole edilmiş hissettim. Sadece birlikte yaşadığım ailemden de değil; aile, arkadaş bütün sevdiklerimden izole edilmiş hissettim mantıksız bir şekilde.

4 Kasım 2012 Pazar

Arrow


Yine yeni bir dizi. Baştan genel fikrimi söyleyecek olursam; Beauty and the Beast de yaşadığım hayal kırıklığından sonra Arrow’u hiç de fena bulmadım.

Beauty and the Beast’de Kristin Kreuk’u Smallville’den tanıdığımızdan bahsetmiştim. Arrow da ise tanıdık bir oyuncu değil ama tanıdık bir karakter var; Oliver Queen. Smallville’de gizli karakteri Green Arrow adı ile anılan Oliver Queen, bu dizide yeşil kıyafetlerini korusa da gizli karakteri Arrow olarak anılıyor.

Önce kısa özet; Oliver Queen babası, babasının bir arkadaşı ve kız arkadaşının kız kardeşi ile bir yat gezisindeyken geçirdikleri kazadan(!) kurtulan tek kişidir. Kazadan sonra ıssız(!) bir adaya sürüklenen Oliver adada 5 yıl mahsur kalır. Verdiği işareti gören bir balıkçı teknesi tarafından kurtarılan Oliver Queen, medeniyete geri döndükten sonra babasına ölmeden önce verdiği son sözü yerine getirmek için Arrow gizli kimliği ile bir nevi modern Robin Hood olarak adaleti sağlamaya çalışır.

İlk bölümün başında kafama takılan şeyler oldu. Oliver ıssız adada ok ile yayı nereden buldu? Nasıl beslendi de onca kas yapabildi? Vücudundaki işkence izlerini kim yaptı? Nasıl 2 yabancı dil öğrendi? Ama dizide ilerledikçe ipuçları flashbackler şeklinde gelmeye başladı böylece her şeyin mantıklı bir açıklaması olduğunu anladım. Kafa karışıklığım geçtikçe diziye daha bir ısındım.

Biraz da oyunculardan bahsedecek olursam Oliver’ın kız kardeşi Thea Queen’i canlandıran Willa Holland’ı The O.C.’de ilk gördüğümden beri severim zaten, burada da hemen benimsedim. Oliver’ın eski kız arkadaşı Dinah 'Laurel' Lance’i oynayan Katie Cassidy’i ise Gossip Girl’de ilk gördüğüm zamandan beri sevmem; belki de bu ön yargımdan dolayı ona pek ısınamadım. Ama daha sadece 4 bölüm yayınlandı bende sadece ilk 3 bölüm izledim o yüzden dizi ilerledikçe sevebilirim, mümkün.


Son olarak da Stephen Amell nam-ı diğer Oliver Queen. Justin Hartley’nin Smallville’de canlandırdığı Oliver Queen’e alıştığımdan Stephen Amell’ı benimseyebilir miyim acaba diye tereddütlüydüm.  Ama ilk bölümün 10. Dakikasında bütün tereddütler zihnimden silinmişti. Dövüş, kovalama, okçuluk gibi bütün aksiyon sahneleri Stephen Amell’e feci yakışıyor. Zengin şımarık genç adam durumlarında ise mükemmel olmasa da fena değil. Ama şimdi düşününce Justin Hartley baş karakter olarak -Arrow olarak- diziyi pek götüremezmiş, hafif kalırmış sanki.

Oyunculuklar iyi, dövüş sahneleri inandırıcı, konu güzel işlenmiş ilgi çekici. Yani ben daha bayılmadım ama diziyi sevdim. Bir kaç bölüm daha izledikten sonra, karakterlere iyice ısınınca benim için Smallville’in bıraktığı boşluğu doldurabilir diye umuyorum, umutluyum.

1 Kasım 2012 Perşembe

Olmaz! Olamaz!

Bu bir tür şaka olmalı :S
Yani şarkı Korece değil mi zaten.
Haftalardır tatilde olan Glee'yi heyecanla bekliyordum ama artık izlemek istediğimden o kadar emin değilim.
Gangnam style ilk izlediğimde saçmalığından ötürü komikti
Ama artık her yerde olduğundan boğucu!!!

Titanic


Geçenlerde dikkatimi çekti kitaplarıma sürekli yenilerini eklememe rağmen bir süredir hiç DVD almamışım. Bende bir önceki kitap siparişimi verirken DVD’lere de baktım. Araya bir tane de film sıkıştırmak istedim. Ama bir süredir filmlerden çok uzak kalmışım sanırım yeni filmlerden hiçbiri DVDsini alacak kadar ilgimi çekemedi.

Sonra D&R’ın ana sayfasında (aldığım zaman ana sayfadaydı) Titanic’in 15. Yıl özel DVD’si çarptı gözüme. Silinmiş sahneler, alternatif son. Hemen siparişime bu DVD’yi de ekledim. 3-4 gün sonra kitaplarımla birlikte geldi Titanic. Günlerdir tüm filmi seyretmesem de DVDye bir göz atsam diyordum ancak bugün fırsatım oldu.

Bütün filmi seyretmedim ama aradan bir kaç sahneye göz attım. Alternatif sonu izledim. Jack ve Rose’u nasıl özlemişim. Çocukluğumun ne kadar önemli bir parçasıymış onlar. Film yapılalı 15 yıl Türkiye de vizyona girmesinin üzerinden 14,5 yıl geçmiş. Demek ki ben 10-10,5 yaşındaymışım. Titanic benim ailemle değil yaşıtlarımla gittiğim ilk film. 15 yıl ne çabuk geçmiş. O zamanki bazı kız arkadaşların "My Heart Will Go On"u söylemeye çalışırken katletmesi dün gibi oysa. Arşive eklemek için daha güzel bir film olamaz.

Bu arada geçen yıllar içince Leonardo DiCaprio nasıl yaşlanmış. Fizik olarak hala fit olabilir ama yüzü kartlaşmış resmen (daha yumuşak bir tabir bulmaya çalıştım ama olmadı). Diğer yandan Kate Winslet onu daha olgun gösteren sarı saçları dışında hala Titanic’deki gibi. O büyüsü hiç değişmemiş yaş aldıkça.

Uzun zamandır görmediğim eski bir arkadaşla karşılaşmış gibi oldum. Mutlu oldum :)