Film 2011 yılının başlarında
vizyona girmiş ama ben varlığından haberdar olsam da filmi izlemeyi
planlamamıştım hiç. Çünkü Natalie Portman’ı ne kadar seversem seveyim, Ashton
Kutcher’a onun için bile katlanamam diye düşünmüştüm. Aston Kutcher’a tahammül
edebildiğim, hatta onu beğendiğim tek zaman That 70s’ Show du. Sonrasında
görünüşünden mi, oyunculuğundan mı yoksa magazinsel kişiliğinden mi bilmem
acayip soğudum.
Ama son zamanlarda ki deli gibi
romantik komedi film arayışım içerinde No Strings Attached öne çıktı. Üzerinde
düşündükçe Natalie Portman’ı asla bir romantik komedide düşünemediğimi fark ettim ve onu bir de böyle bir film de
izleme isteğim galip geldi.
Kısacık özetlemek gerekirse; Adam
Franklin (Ashton Kutcher) ile Emma Kurtzman(Natalie Portman) çocukluklarında
bir yaz kampında tanışılar. Bundan sonraki 15 yıl içinde ise sayılı defa
tesadüfen karşılaşırlar. Son bir araya gelişlerinde aralarında “no strings
attached” kurallarıyla fiziksel bir ilişki başlar. İlişkiyi sadece fiziksel
seviyede tutmak Emma’nın isteğidir, Adam sadece ona uymak için bunu kabul eder.
İlişki ilerledikçe ikisi de birbirlerine bir şeyler hissetmeye başlar ama Adam
hislerini kabul edip onları gösterirken Emma romantik bir şeyler hissettiğini
kabul etmekte zorlanır.
Film için romantik komedi desem
de aslında öyle komik bir yanı yoktu. Yani yüzümde bir gülümseme ile izledim
doğru. Ama hiç öyle kahkahalarla gülmedim. Aslında izlediğim filmlerin çoğunda
kendini kaptırıp ağlayan bir insan olarak, bu film de ağlamadım da. Emma’nın
kendini bastırıp duvarlar örüşünden mi bilmiyorum, duyguyu hissettim
büyüklüğünü kabul ettim ama ağlayasım gelmedi.
Natalie Portman’a film boyunca
tekrar tekrar aşık oldum. Yüz hatlarını her zaman sert, güzel, çekici bulurdum
ama saç rengi şekli yada canlandırdığı karakterden mi bilmem yüzü güzelliğini
ve çekiciliğini korusa da sanki hatları daha yumuşak geldi bana. Aston Kutcher’ı
ise her zamankinden daha iyi buldum. Hatta magazinde göze sokulan kimliği
unutulduğunda – ki o saç şekli ve görüntüyle unutulabildi - hiç de fena
değildi.
Film izledikten sonra hangi türde
film olursa olsun - sadece romantik komedi de olsa - film bittikten sonra onun
hakkında bir süre düşünürüm hep. Bazı filmler insana düşünecek hiçbir şey
vermese de aklımı onlardan hemen uzaklaştıramam. Bilerek isteyerek de değil
çoğu zaman gözüm dalar ve aklım kendiliğinden filme döner. Bu film de
düşündüğüm şey Emma’nın çevresine ördüğü duvarlar oldu.
Filmde Emma’nın kendini
hissetmekten soyutlayışı dramatik ve açıktı. Bence gerçek hayatta kendini
soyutlamak duvarlar örmek gibi terimleri kullanmayı sevmem. Sanki bunlar bizim
hayatımız için değil de filmler kitaplar içinmiş gibi gelir. Romantik bir fantezi gibi. Ama düşünürken aklım Emma’dan kendime kaydı ve benim de
duvarlarım var kendi ördüğüm diye düşündüm. Onlar içinde yaşamaktan mutsuz da
değilim ama varlar. Durumum Emma’nınki gibi dramatikmiş gibi de hissetmiyorum
ama demek ki gerçek hayatta da insan bazı hislerden korunmak için duvarlar
örüyormuş fark etmeden.
Ya da belki bu duvarlar yok da
benim depresyonum konuşuyor şu anda. Olabilir mümkün.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder