30 Aralık 2012 Pazar

Hush, Hush

Hush, Hush serisi Becca Fitzpatrick tarafından yazılmış 4 kitaplık bir seri. Hush Hush, Crescendo, Silence, Finale adındaki kitaplar Türkçeye Fısıltı, Çığlık, Sessizlik ve Final adlarıyla çevirilmiş. Baş melekler, cennet düşmüş melekler ve nefiller ile dolu bir aşk hikayesi Hush, Hush.
İlk kitap Fısıltı’yı okuduktan sonra hikayenin düşmüş melekler ve nefiller ile ilgili olan kısmı ilgimi çekmiş olsa da dilin yavanlığı konusunda endişelerim vardı. Yine böyle basit bir dil ile yazılmış Gece Evi (House of Night) serisini de okuduğum ve büyük bir rahatsızlık duymadığım halde Fısıltıda neden rahatsız oldum bilmiyorum. Belki de baş karakter Nora’nın kötü çocuk Patch’e aşık oluşu ve yaşadığı duygular ile ergen dili birleşince beni rahatsız eden bu oldu. Özellikle Nora’nın yakın arkadaşı Vee sık sık bu nasıl arkadaş diye düşündürdü. Bir de Patch’in düşmüş bir melek olduğu ortaya çıktıktan sonra aşk hikayesinin gelişimi Alacakaranlık (Twilight) özentisi geldi bana.

Ama Fısıltı yeterince ilgimi çekmiş olmalı ki ikinci kitabı da aldım. Çığlıkta yeni karakterler Scott ve Marcie üzerinden anlatılan olaylar ile hikaye derinleşeceğine ve sürprizler olacağına dair küçük ip uçları  verilmeye başlandı. Nora ve Patch’in ilişkisinin geldiği ayrılık noktası kıskançlık üzerine kurulu olsa da bir ayrılık yaşanıyor olması bana yine Alacakaranlık serisinin ikinci kitabı Yeni Ay’ı (New Moon) düşündürdü. Ayrılık şekilleri farklı olsa da Patch ile ayrılıktan sonra Nora’nın hayatına Scott’ın girişinin Bella’nın hayatına Jacob’ın girmesini hatırlatmaması imkansızdı. Acaba Becca Fitzpatrick zaten başarılı olmuş bir serinin adımlarını izlemeye mi karar vermiş diye düşündüm. Ama ip uçlarının hakkı verildi ve kitabın sonunda Nora’nın geçmişi, babası hakkında bir çok şaşırtıcı olay oldu.  Sonuçta kitap Nora ile Patch yeniden bir araya gelmişken Nora’nın kaçırılması ile sonlandı.

Nora’nın kaçırılması ve Çığlığın sonunda Marcie’nin babası Hank’in hikayeye katılması ile ilginçleşen hikayenin üçüncü kitapta iyiye gideceğini tahmin ederek Sessizlik’i aldım ve yanılmamışım. Serinin üçüncü kitabı Sessizlik gerçekten ilginçti. Kaçırılan Nora’nın hafızasını kaybetmiş olarak geri dönmesinin ardından düşmüş melekler ve nefiller gerçeği ile yeniden tanışması, Patch’e yeniden güvenme süreci ve bu süreçte ne kendisine ne çevresindekilere güvenememesinden doğan paranoyak ruh hali ilginçti. Scott da Nora’nın yeniden kendini bulmasında büyük bir yer tuttu. Nefiller ve düşmüş melekler arasında olması ön görülen savaş fikri de bu kitapta netleşti. Nora’nın bir nefilin soyundan geldiğini çoktan öğrensekte kitabın sonunda Nora’nın tam bir Nefil oluşu biraz saçma da olsa ilginçti. Nefillerle düşmüş melekler arasındaki savaş yaklaşırken kendini Nefil ordusunun lideri olarak buldu Nora kitabın sonunda.

Sessizlik serinin o zamana kadar okuduğum en iyi kitabı olduğundan son kitap Final’i heyecanla bekledim. Nora bir çıkmazın içindeydi ve nasıl bir çözüm bulacağını bilmek istiyordum. Ama son kitap tam bir hayal kırıklığıydı. Hikayenin akışı öyle bariz mantık hatalarıyla doluydu ki kitabı bitirebilmek için kendimi zorlamak durumunda kaldım. Kitabın konusundan bahsetmeyeceğim bile öylesine kötüydü. Ama sonuç beklenen şekilde mutlu son oldu.

Sonuç olarak bu seriye 5 üzerinden ancak 2,5 veririm o da Sessizlik’in hatırına.

25 Aralık 2012 Salı

You've Got Mail

Titanic ve Notting Hill'den sonra geçmişten bir film daha. DVD koleksiyonuma kattığım son film You've Got Mail oldu. Annemle sinemada izlemiştik. Geç kalmıştık ya da bana öyle gelmişti, ışıklar kapanmadan hemen önce reklamlar başlarken salona girmiştik.

O zaman hem Meg Ryan'a hem Shop Around the Corner'a -Meg Ryan'ın canlandırdığı Kathleen Kelly karakterinin sahip olduğu çocuk kitapları satan kitapçı Shop Around the Corner - hem de anlatılan romantik hikayeye hayran kalmıştım. Filmden çıktıktan sonra hayallerim arasına sızdı hatta bir kitapçı sahibi olmak. Sadece çocuk kitapları değil ama. O zaman kitaplara şimdiki kadar bağlı değilken bile çok güzel bir hayaldi. Her günümü kitaplarla çevrili geçirmek. Hemde kütüphane kadar çok kuralı olmayan, benim olan bir yerde. Şimdi ise nefes kesici bir hayal.


Filmi bu izleyişimde de bayılmama rağmen değişik şeylerde çarptı gözüme. Filmi ilk izlediğimde "Mesajınız Var" adıyla Türkçe izlemiştim. Doğal olarak filmde Meg Ryan'ın sesinin zaman zaman ne kadar rahatsız edici olduğunu ilk defa fark ettim. Meg Ryan'ın oyunculuğunu bu filmde çoğunlukla beğensem de zaman zaman ne fiziğine ne de canlandırdığı karaktere uyan erkeksi garip yürüyüşü çarptı gözüme. 

Bir de Meg Ryan'ın saçları bazen muhteşem bazen de kalıp gibiydi. Hatta kabarık şekilde sabitlenmiş saçların arasında suratının küçücük göründüğü kısımlar vardı. Bir de en hayran olduğum zamanlarda bile Meg Ryan'ın kaşlarından rahatsız oldum. Elimde değil dikkat dağıtıcı şekilde biçimsiz duruyor kaşları.


Kaba kocaman laptoplar, eski işletim sistemleri, masaüstü bilgisayarların kocaman ekranları beni gülümsetti. Şimdi hayatım da öyle bir yer kaplıyor ki laptop ve internet, onların olmadığı zamanlar sanki başka bir hayatmış gibi. Oysa sadece 7 yıl öncesi benim için.

Aklımın takıldığı diğer bir ayrıntı da; Kathleen Kelly gibi kendi kitapçısını bir kitapçılar zinciri yüzünden kaybetmek üzere olan bir karakterin kahvesi için Starbucks'ı seçmesi. Oldukça tutarsız bir hareket bende. Hatta kitapçısını kaybettikten sonra bile bu durum devam etti. Starbucks da aynı o kitapçı zinciri gibi bir zincir değil mi halbuki?

Çocukluğumda izlediğim seferden diğer bir fark ise hayran kaldığım kişinin Tom Hanks oluşu. Oyunculuğuna bayıldım. Meg Ryan ile yaşadığım küçük takıntıların hiç birini onunla yaşamadım.

Son olarak da film de kalbimi kıran sahne, kitapçı kapanırken kitapsız kalmış boş rafların yalnız küskün görüntüsüydü.



21 Aralık 2012 Cuma

Pottermore - Harry Potter ve Azkaban Tutsağı Açıldı

Pottermore da üçüncü kitap Harry Potter ve Azkaban Tutsağı'nın ilk bölümleri, ilk 7 bölümü, vadedildiği gibi dün 20 Aralıkta açıldı. Ama ben hayal kırıklığına uğradım. Hem hayal kırıklığımın sadece bir değil birçok nedeni var.

Sadece 7 bölüm açılmış olmasına rağmen ilk bölümlerin sadece 1 alt bölümden oluşması hayal kırıklığı yarattı bende. Dün kitap açılacak diye heyecanla bekledim durdum ama 7 bölümü geçmem yalnızca 20 dakikamı aldı. Sonra hevesim kursağımda öylece kaldım.


Bu seneki kitap alışveriş listesi de açıklanmıştı. Diagon yolundan kitaplarımı da aldım fakat kitaplarımın arasında yeni bir iksir kitabı yoktu ne yazık ki. Halbuki yapılacak yeni iksirleri hevesle bekliyordum. Büyü (spell) yapmada o kadar başarılı değilim. Ancak iksir yapıp puan toplayabiliyorum. Ama hep de aynı iksirleri yapmak sıkıcı oluyor.

Bu arada açılan bu ilk yedi bölüm içerisinde ilk Ruh Emici'mizi de görüyoruz. Okula trenle giderken. Belki de genel hayal kırıklığım konuşuyor ama Ruh Emici'lerde yeterince korkunç değildi.


İlk heyecanım geçtikçe, Pottermore bana git gide daha eksik gelmeye başladı. Belki de kendi açgözlülüğüm den ama Bütün Hogwarts'ı gezebilmek istiyorum. Gizli geçitleri bende bulmak istiyorum. Bir sonraki bölümü bir sonraki kitabı uzun uzun beklemek istemiyorum. Çünkü biliyorum bekledikçe heyecanım azalacak sonra da aklımdan uçup gidecek kim bilir ne zaman hatırlayacağım.

Bu arada Pottermore'da ki message boardların yardım istemek konusunda çok kötü olduğunu söylemiştim ya. http://pottermore.wikia.com u deneyebilirsiniz. Yeni açılan kitap konusunda çok dolu olmasa da ilk iki kitap konusunda iyi bir yardımcı.

Son olarak dün üçüncü kitabın açılışını beklerken bir heves bütün kitabı baştan oynadım ve ilk seferde gözümden kaçmış bulamadığım 10-15 kadar collectable item buldum. İlk iki kitaba yeniden göz atmak çok kötü bir fikir olmaya bilir.

17 Aralık 2012 Pazartesi

Pottermore - Harry Potter ve Azkaban Tutsağı

Harry Potter ve Azkaban Tutsağı kitabının ilk bölümleri 20 Aralıkta açılıyormuş :) Üçüncü kitaptan bir görüntü de yayınlandı.



Pottermore

O kadar uzun zamandır aklımdaki Pottermore'a üye olmak. Önce son kitapla sonra son filmle tekrar tekrar bitişine üzüldüğüm Harry Potter dünyasıyla yeniden buluşmak. İlk olarak Esra bahsetmişti bana. Sonra tester olarak ilk oynayanlardan biri oldu. Sonra herkese açıldı dedi. Hep aklımın bir köşesinde ama hep ertelenen bir şey olarak bu zamana kadar geldim. Sonunda Cumartesi günü yine Esra'nın mailini okuduktan sonra üye olup başladım Pottermore'da gezinmeye.

Henüz sadece ilk iki kitap açık. Harry Potter ve Felsefe Taşı ile Harry Potter ve Sırlar Odası kitaplarında okuduğunuz filmlerinde gördüğünüz her büyü, her iksir emrinize amade hepsini yapabiliyorsunuz. ben şu anda Polyjuice Potion yapıyorum. Hani Sırlar Odası kitabında Harry, Ron ve Hermonie'nin Slytherin binasına girebilmek için kullandıklarından.


Kitaplar ana bölümleri oluştururken kitapların içindeki her bir bölüm de alt bölümler olarak temsil ediliyor. Alt bölümler de ikişer yada üçer resime ayrılmış. Birinci kitabın başından başlayıp kitapları yeniden okur gibi devam ediyorsunuz sizde. Harry'nin seçmen şapkayı taktığı bölüme gelince sizde Seçmen Şapkayı giyip binanızı öğreniyorsunuz. Ben soruları cevapladım şapka benim Gryffindor binasına ait olduğuma karar verdi.


Bu arada Diagon Alley de yaptığım alışverişi de unutmamak gerek. Ben en çok asamı merak ediyordum. Seçmen şapkayı takmak gibi asa almak da büyük bir olay sonuçta. Belki de o yüzden asa almak için bir kaç küçük soruyu cevapladım.

Pottermore da eleştirebileceğim çok az şey var. İksirlerin hazırlanma sürelerinin uzunluğu bunlardan biri. Gerçi kitaplara mümkün olduğunca yakın tutmaya çalıştıklarını anlıyorum ama Polyjuice iksirinin hazırlanması en iyi tip kazanla bile 1+18 saat olarak en az 19 saat sürüyor. 18 saatlik bekleme sürecininde pencereyi kapatmanız, internette olmamanız birşeyi değiştirmiyor neyseki. Ayrıca oyuna devam etmek isterseniz iksir pişerken siz başka şeyler yapabiliyorsunuz. Bir diğer eleştirim ise daha çok kitabın açılmamış olması. Oyuna cumartesi başlamama rağmen ikinci kitabı tamamladım. Polyjuice iksirimin hazır olduktan sonra Slytherin binasına girmekten başka yapacağım birşey kalmadı. Üçüncü kitap içinse sabırsızlanıyorum. Son eleştirim ise yorum yazma şansınız olmasına rağmen yorumlarda arama yapamamak kötü. Bazen bir bölümde yardıma ihtiyacım varken önceden bu konuyu konuşmuş olan var mı diye arama yapmak istedim ama böyle bir imkan yoktu.


Gözüme çarpan bir şey de üçüncü kitap açıldığında Patronuslarının şeklini öğrenmek isteyenlerin aynı comment'i sürekli tekrarlaması oldu. Bir isteğiniz var anladık ama zaten son yazılan commentleri ilk gösteren bir düzende bir sayfa boyunca aynı comment'i görmek sevimsizdi. Oyun hala BETA modunda ve feedback alıyor, taleplerini insanlar orada yazabilirdi.

Ama küçük rahatsızlıklara rağmen Pottermore büyüleyici. Rowling'in kitapta yer alamamış düşüncelerini araya serpiştirdi kısımlara da grafiklere de bayıldım. Grafiklere bayıldım ama daha fazlasını görmek istemekten kendimi alamıyorum. Takımların Quidditch maçı yapabildiği zamanları hayal ediyorum. 


13 Aralık 2012 Perşembe

Mola

Bugün güne sabahın 4 ünde başladım. Netten gazete okudum. Kısa da olsa yazı yazdım. Kahvaltıyı hazırladım. Ocağı ovdum. Güne hızlı başladım bugün yapılacak işler az olunca keyfim de yerinde. Dünkü çığlığı duymuş gibi halam bugün yemek değil sadece bir sandviç istedi. Tek iyi yan yemek yapmayacak olmam da değil bugün arkadaşlarımı göreceğim. 3 ay oldu görüşemeyeli inanılır gibi değil. 

Annem işe gittiğinden babamla kardeşim de hala uyuduğundan onlar kalkıp da kahvaltı etmek isteyene kadar boş vaktim var biraz. Bugün günümü iyi değerlendirmeye kararlıyım. Halamı hastanede ziyaret edip oradan da  kitapçıları alt üst etmeyi planlıyorum. Hatta sonra aldığım kitapla bir kafeye çöküp mocha mı içip bir yandan da kitabı okumaya başlamak istiyorum.

Sonra da arkadaşlarla buluşmayı. Ayrı geçen 3 ayın altını üstüne getirmeyi planlıyorum evet. Bugün planım bu. Bugün son ayda yaşadığım boğucu rutine mola veriyorum.  

12 Aralık 2012 Çarşamba

çığlık

Evde yemek yapmak, masa hazırlamak, herkes yemek yiyip çekilince etrafı toplamak, ev temizliği vs. ile geçen günlerden sonra çıldırma noktasına geldim. Dahası sadece ev içinde yapmıyorum yemeği, halam hastane yemeği yemediğinden ona da yemek yapıyorum. Tam bitti diyorum, bana yeni bir iş buyuran bir telefon daha geliyor. Dahası bütün gün evde olduğumdan herkesin benim yorulmadığımı düşünmesi. Bundan 3-4 ay önce değil evin yemeklerini yapmak haftada bir yapılacak temizliğin sorumluluğunu bile tam olarak üzerime almazdım ben. Canım isterse yapardım istemezse yapmazdım.

Ayrıca pişirdiğim çoğu yemeği ağzıma bile sürmem. Pırasa, kabak, karnıbahar. 

Ya ben istemiyorum bu sorumlulukları, kaldıramıyorum da. Tek başıma olsam üşenirsem yemek yapmam aç da kalsam aç kalan ben olurum.

2 Aralık 2012 Pazar

Jean-Christophe Grangé


Jean-Christophe Grangé’in Türkçeye çevrilmiş son kitabı Sisle Gelen Yolcu kitabını yeni bitirdim. Sonra baktım Grangé’in Türkçeye çevirilen 9 kitabını da okumuşum. Bende kitapları en az beğendiğimden en çok beğendiğime kadar sıralamak istedim.

9- Şeytan Yemini

Okumaya başlayıp da bitiremediğim tek Grange romanı. Final zamanı olduğundan mı, aynı zaman da proje yetiştirmemiz gerektiğinden mi bilmiyorum kitap acayip psikolojimi bozmuştu. En çok da  kötü karakterlerinden birinin iyi/kötü savaşı içinde neden kötünün tarafını tuttuğuna dair açıklamasının mantıksal olarak tutarlı olduğunu düşünüp, sonra bu düşüncemden dehşete düşmüştüm. O arada bıraktım kitabı elimden bitirmeme de az kalmıştı ama bir daha da elime almak istemedi canım.

8- Kurtlar İmparatorluğu

Kitabın konusunu akışını her şeyini sevdim de Türkiye ile bağlandığı her nokta beni kitaptan soğuttu. Her Türkiye bağlantısında hayal gücüme darbe vurdu sanki. Fransa’da Amerika’da Afrika’da geçince iyi ama burnumun dibinde böyle şeyler olduğunu hayal etmek istemedi beynim. Bu arada da filminden de hiç mi hiç haz etmedim. Kitabı okuyup bitirdim ama filmi bitirmem mümkün olmadı sevmedim. Bir de Grange’in her kitabında Jean Reno’ya baş rol verme hevesini anlamıyorum. Uymadı, uymuyor.

7- Leyleklerin Uçuşu

İyidi güzeldi amma ve lakin temposunda bir terslik vardı.  Ne adrenalin, ne heyecan hissedemedim. Olayın sırrını çözmek konusunda da zorlanmayınca kitap benim için diğerleri kadar zevkli olamadı. Halbuki Grange’in zekası yine etkileyiciydi ama bir şekilde yavaştı akışı.

6- Koloni

Konusu çok ilginçti. Cinayetlerin işleniş şekli aklına nasıl geldi onu anlayamadım. Ayrıca insanların çocukları sadece bir kaç yıl kullanabilecekleri bir cinayet tekniği konusunda eğitmesi de garibime gitti, özellikle de hepsi özel seçilmiş çocukların büyük kısmı asla başarılı olamazken. İçinde çocukların varlığı, birde cinayeti araştıran karakterlerden birinin geçmişinin olaya bağlanışı kitabı 6. sıraya itti.

5- Sisle Gelen Yolcu

En son bitirdiğim kitap. Konusu ilginçti ilginç olmasına ama bana göre tutarsızlıklar vardı konusunda. Kadın dedektifi ilgi çekici buldum. Aslında Grange’in Fransız genç kadın karakterlerini yaratışı her zaman ilginç zaten. Bir de sürpriz son yaratmak için çok kasmış sanki bu sefer. Sonu biraz zorlama geldi. Başta biraz ağır ilerlese de, ilk yüz sayfadan sonra tempo hızlandı. Heyecandan nefesimi tutarak okudum devamını.

4- Kızıl Nehirler

Okuduğum ilk Grange romanı. İyi kurgulanmış bir polisiye-gerilim filmi izler gibi bir çırpıda okumuştum romanı. Daha sonra da romanlarını takip etmeme neden olduğuna göre belli ki dikkatimi çekmiş. Şaşırdım, heyecanlandım, nefesimi tuttum. Oldukça güzel bir kitaptı. Ama Grange’in sonraki kitaplarında yaratıcılık daha fazlaydı.

3- Taş Meclisi

Baştan sona heyecanlı, nefes kesen bir romandı Taş Meclisi. Bir solukta okudum. Korktum, ürktüm, yok artık dedim. Kızıl Nehirler ile başlayan tanışıklığı devam ettirmeme neden olan kitap Taş Meclisi. Sadece polisiye gerilim olmaktan çıkıp paranormal sınırlarında dolaşması da kitabı daha bir lezzetli kılan bir özellikti.

2- Ölü Ruhlar Ormanı

Ölü Ruhlar Ormanı, bu yıl içerisinde okuduğum diğer bir Grange romanı. Şeytan Yemini esnasında öyle bir soğumuşum ki kendisinden yeni kitaplarını almakta hiç acele etmez oldum. Ancak Ölü Ruhlar Ormanı güzeldi, nasıl oldu anlamadım, okuyan birçok kişi tahmin etmiş, ama ben tahmin edemedim suçluyu. Ayrıca Fransa da başlayıp dünyanın unutulmuş bir köşesinde son bulmasını sevdim. Acaba mekanların tarihleriyle ilgili anlatılanlar doğru mu diye merak ettim. Hem soluksuz ilerleyen hikaye, hem mekanlar, hem de tarihi bilgiler birleşip kitabı Grange kitapları arasında ikinci sıraya yerleştirdi benim için.

1- Siyah Kan

Siyah Kan’ı sevme sebebim çok çok basit aslında; katilin kanı siyaha dönüştürmek için yaptığı işlemden büyülendim. Mutlaka barbarcaydı, korkunçtu ama Grange nasıl olmuşta bunu düşünmüş? Yani kitap akıcıydı, iyi kurgulanmıştı, heyecanlıydı. Ama sadece kanı siyaha dönüştürme işlemi tek başına beni etkilemeye yetti.

1 Aralık 2012 Cumartesi

İş Görüşmesinden Kaçış

Dün sabah haber geldi halamı ameliyata alıyorlarmış önceki ameliyatının dikiş yerinde iltihap birikmiş. Babam hastaneye gitti bende iş görüşmesi için kıyafet almak için annemin yanına. Ameliyat lafını duyduktan sonra kaçabilirdim ama kaçmadım. 

Alışveriş acayip sinirimi bozan bir şeydir ama ağlamadan bağırmadan bitirdim alışverişi ama saat yaklaştıkça görüşmeye gitme inadım da gitti. Annemlerde ısrar etmeyince gitmedim. Sonra KPSS yerleştirme sonuçları da açıklandı dün. Sonuç: Yerleşmedim. Zaten hepi topu 8 tercih yapmıştım.

Böylece alışveriş yapmış oldum sadece. Halam ameliyattan sağ salim çıktı. Önünde bir ameliyat daha var durum iyi şimdilik. Sonuçta eve geldim. ipodu kulağıma takıp odamda mutluluktan deli gibi dans ettim :)

Önceki gece de sadece 3 saat uyumuştum stresten, bu gece uzun uzuuun uyudum. Bir ara rüyamda aslında yerleştiğimi gördüm bir kuruma, sabah kalktığımda bir daha kontrol ettim içim rahatladı. Öğleden sonrada bu durumu kutlamak için kurabiye yaptım. 

Mutluyum, huzurluyum :))

29 Kasım 2012 Perşembe

İş Görüşmesi

KPSS tercihlerini yapmanın gerginliğini üzerimden atamamışken, annem yarın için bana ilk iş görüşmemi ayarladı. Yarın 15.30 dan sonra olacak mülakatım. Bilgisayarla ilgili değil daha çok bir çeviri işi. Onca çevirmen varken bana düşmez zaten iş. Benim diplomam bilgisayar mühendisi diyor sonuçta.

İş görüşmesine uygun kıyafet almalıyım. Saçıma kendime çeki düzen vermeliyim. Lens takmayıp gözlükle gitsem mi yoksa lensi taksam mı bilemedim. Gözlükle çok okuyan bir tip olarak görünsem daha iyi olmaz mı? Kafamda böyle listeler dönüp duruyor.

O gerginim ya. Ağlasam mı, yatağın içine girip uyuyup unutmaya mı çalışsam, yoksa hiçbir şey yokmuş gibi mi davransam bilemiyorum.

Bu arada halam dün yine hastaneye yattı. Ama artık yürüyecek hali olmadığı için ambulans ile gitti. Annem iş çıkışları yine hastanede. Hayat yine bir karmaşa içinde geçiyor. Şimdi bir de iş görüşmesi. Sanırım ağlamayı seçeceğim. Gözlerim doluyor durduramıyorum.

Ama olumlu tarafından bakmaya çalışırsam biraz para hiç de fena olmaz. Hem sonsuza kadar masa başında çalışmak zorunda da değilim. Bir işe girince sonsuza kadar orada kalmak gerekmez. Paraya alışıp işi bırakamayacak psikolojiye girmemeliyim hepsi bu.

24 Kasım 2012 Cumartesi

Halam perşembe günü hastaneden çıktı ama sevinemedim bile çünkü gelecek çarşamba bir ameliyat daha olmak için hastaneye geri yatacak. Şimdi program belli ya kafam o yüzden biraz daha rahat ama hiçbir şey düzelmiş değilde beklemeye alınmış gibi bir his var içimde.

Halamların evine iki günde bir 2 saatliğine gidiyoruz ama yüzler asık. Hasta olan halam bitkin, sinirli... Kendisi gibi görüneceği zamanları bekliyorum.

Birde kpss sonuçlarına göre yapılacak yerleştirme için tercih yapmalıyım çarşambaya kadar. Düşünmemeye çalışıyorum ama kabus gibi üzerime çöktü. Aklıma geldikçe bir el boğazıma sarılıyor sıktıkça sıkıyor sanki. Tercihi yapacağım ama ne olur beni yerleştiremesin diyerek yapacağım. Bu kaosun içinde en büyük kabusum yaklaşıyor. Düşünmemeliyim, düşünürsem tercih dahi yapmayacağım.

22 Kasım 2012 Perşembe

Notting Hill


Çocukluğumda bir süre en sevdiğim film sorulduğunda Notting Hill dedim. Sonra ne oldu nasıl oldu bilmiyorum; belki başka bir filmden çok etkilendim belki de sadece zaman geçti bende Notting Hill’i unuttum gitti. Titanic ile başlayan eskiden izleyip sevdiğim filmleri almak, arşivime eklemek kararı ne kadar doğru bir kararmış Notting Hill ile yeniden anladım.

Film elime bugün geçti bende izleyecek vakti ne yaptım ettim buldum. Filmin büyük ksımını zaten adım gibi biliyormuşum ama nasıl olduysa Anna Scott (Julia Roberts) ve William Thacker (Hugh Grant) arasında geçen her kötü olayı az ya da çok atmışım zihnimden. Bazılarını azıcık hatırlıyorum bir tanesini ise hiç mi hiç hatırlamıyorum.

Julia Roberts’ı zaten severim. Notting Hill, Mona Lisa Smile, Runaway Bride gibi bir çok nedeni var sevgimin. Sonra gülümsediğinde tüm dünya daha güzel bir yer oluyormuş gibi hissetmem var. Julia Roberts güzeldi, oyunculuğu güzeldi. 90’ların sonunda yapılmış bu film de dikkatimi çeken diğer birşey kıyafetlerdi. 90ların modasına gülümsedim ara sıra filmde.

Hugh Grant’e gelince, ben oyunculuğunu beğendim. Yalnız saçları nasıl böyle duruyor diye düşündüm bir süre. Hep canlı kabarık yeni yıkanıp kurutulup şekil verilmiş gibi. Bir de hakkında kötü eleştirilerle dolu bir sürü yazı okumuş olmama çoğunda da bu eleştirilere hak vermeme rağmen ondan hiç soğumama nedenimin Notting Hill olduğunu fark ettim. Çocukluğumda bu filmde görüp öyle sevmişim ki, onun ana karakterlerinden birini canlandıran oyuncuyu sevmemezlik edememişim sanki.


Yan karakterlere gelince muhteşemdiler. Filmi zenginleştiren, renk katan, gülümseten karakterlerdi. Filmi düşündüğümde sadece Anna ve William’ı değil aynı zamanda da Spike’ı düşünüyorum. Spike karakterini görünce de gülümsememek mümkün değil. Rhys Ifans, Spike olarak mükemmeldi. Şöyle bir gelip geçen karakterlerden birini şimdilerde The Newsroom’da izlediğim Emily Mortimer’dı. Daha gençken nasıl alımlı nasıl güzelmiş. Şimdi de hoş ama gençken bir başkaymış.


William: The thing is, with you I’m in real danger. It seems like a perfect situation, apart from that foul temper of yours, but my relatively inexperienced heart would, I fear, not recover. If I was once again cast aside, as I would absolutely expect to be.

William: There are just too many pictures of you, too many films. You’d go and I’d be, uh, well, buggered basically.

Anna: That really is a no, isn’t it?

William: I live in Notting Hill, you live in Beverly Hills. Everyone in the world knows who you are. My mother has trouble remembering my name.

Anna: Fine. Fine. Good decision. Good decision. The fame thing isn’t really real, you know?

Anna: And don’t forget I’m just a girl, standing in front of a boy asking him to love her.



Notting Hill


Çocukluğumda bir süre en sevdiğim film sorulduğunda Notting Hill dedim. Sonra ne oldu nasıl oldu bilmiyorum; belki başka bir filmden çok etkilendim belki de sadece zaman geçti bende Notting Hill’i unuttum gitti. Titanic ile başlayan eskiden izleyip sevdiğim filmleri almak, arşivime eklemek kararı ne kadar doğru bir kararmış Notting Hill ile yeniden anladım.

Film elime bugün geçti bende izleyecek vakti ne yaptım ettim buldum. Filmin büyük ksımını zaten adım gibi biliyormuşum ama nasıl olduysa Anna Scott (Julia Roberts) ve William Thacker (Hugh Grant) arasında geçen her kötü olayı az ya da çok atmışım zihnimden. Bazılarını azıcık hatırlıyorum bir tanesini ise hiç mi hiç hatırlamıyorum.

Julia Roberts’ı zaten severim. Notting Hill, Mona Lisa Smile, Runaway Bride gibi bir çok nedeni var sevgimin. Sonra gülümsediğinde tüm dünya daha güzel bir yer oluyormuş gibi hissetmem var. Julia Roberts güzeldi, oyunculuğu güzeldi. 90’ların sonunda yapılmış bu film de dikkatimi çeken diğer birşey kıyafetlerdi. 90ların modasına gülümsedim ara sıra filmde.

Hugh Grant’e gelince, ben oyunculuğunu beğendim. Yalnız saçları nasıl böyle duruyor diye düşündüm bir süre. Hep canlı kabarık yeni yıkanıp kurutulup şekil verilmiş gibi. Bir de hakkında kötü eleştirilerle dolu bir sürü yazı okumuş olmama çoğunda da bu eleştirilere hak vermeme rağmen ondan hiç soğumama nedenimin Notting Hill olduğunu fark ettim. Çocukluğumda bu filmde görüp öyle sevmişim ki, onun ana karakterlerinden birini canlandıran oyuncuyu sevmemezlik edememişim sanki.


Yan karakterlere gelince muhteşemdiler. Filmi zenginleştiren, renk katan, gülümseten karakterlerdi. Filmi düşündüğümde sadece Anna ve William’ı değil aynı zamanda da Spike’ı düşünüyorum. Spike karakterini görünce de gülümsememek mümkün değil. Rhys Ifans, Spike olarak mükemmeldi. Şöyle bir gelip geçen karakterlerden birini şimdilerde The Newsroom’da izlediğim Emily Mortimer’dı. Daha gençken nasıl alımlı nasıl güzelmiş. Şimdi de hoş ama gençken bir başkaymış.


William: The thing is, with you I’m in real danger. It seems like a perfect situation, apart from that foul temper of yours, but my relatively inexperienced heart would, I fear, not recover. If I was once again cast aside, as I would absolutely expect to be.

William: There are just too many pictures of you, too many films. You’d go and I’d be, uh, well, buggered basically.

Anna: That really is a no, isn’t it?

William: I live in Notting Hill, you live in Beverly Hills. Everyone in the world knows who you are. My mother has trouble remembering my name.

Anna: Fine. Fine. Good decision. Good decision. The fame thing isn’t really real, you know?

Anna: And don’t forget I’m just a girl, standing in front of a boy asking him to love her.



21 Kasım 2012 Çarşamba

No Strings Attached



Film 2011 yılının başlarında vizyona girmiş ama ben varlığından haberdar olsam da filmi izlemeyi planlamamıştım hiç. Çünkü Natalie Portman’ı ne kadar seversem seveyim, Ashton Kutcher’a onun için bile katlanamam diye düşünmüştüm. Aston Kutcher’a tahammül edebildiğim, hatta onu beğendiğim tek zaman That 70s’ Show du. Sonrasında görünüşünden mi, oyunculuğundan mı yoksa magazinsel kişiliğinden mi bilmem acayip soğudum.

Ama son zamanlarda ki deli gibi romantik komedi film arayışım içerinde No Strings Attached öne çıktı. Üzerinde düşündükçe Natalie Portman’ı asla bir romantik komedide düşünemediğimi fark ettim  ve onu bir de böyle bir film de izleme isteğim galip geldi.


Kısacık özetlemek gerekirse; Adam Franklin (Ashton Kutcher) ile Emma Kurtzman(Natalie Portman) çocukluklarında bir yaz kampında tanışılar. Bundan sonraki 15 yıl içinde ise sayılı defa tesadüfen karşılaşırlar. Son bir araya gelişlerinde aralarında “no strings attached” kurallarıyla fiziksel bir ilişki başlar. İlişkiyi sadece fiziksel seviyede tutmak Emma’nın isteğidir, Adam sadece ona uymak için bunu kabul eder. İlişki ilerledikçe ikisi de birbirlerine bir şeyler hissetmeye başlar ama Adam hislerini kabul edip onları gösterirken Emma romantik bir şeyler hissettiğini kabul etmekte zorlanır.

Film için romantik komedi desem de aslında öyle komik bir yanı yoktu. Yani yüzümde bir gülümseme ile izledim doğru. Ama hiç öyle kahkahalarla gülmedim. Aslında izlediğim filmlerin çoğunda kendini kaptırıp ağlayan bir insan olarak, bu film de ağlamadım da. Emma’nın kendini bastırıp duvarlar örüşünden mi bilmiyorum, duyguyu hissettim büyüklüğünü kabul ettim ama ağlayasım gelmedi.

Natalie Portman’a film boyunca tekrar tekrar aşık oldum. Yüz hatlarını her zaman sert, güzel, çekici bulurdum ama saç rengi şekli yada canlandırdığı karakterden mi bilmem yüzü güzelliğini ve çekiciliğini korusa da sanki hatları daha yumuşak geldi bana. Aston Kutcher’ı ise her zamankinden daha iyi buldum. Hatta magazinde göze sokulan kimliği unutulduğunda – ki o saç şekli ve görüntüyle unutulabildi - hiç de fena değildi.

Film izledikten sonra hangi türde film olursa olsun - sadece romantik komedi de olsa - film bittikten sonra onun hakkında bir süre düşünürüm hep. Bazı filmler insana düşünecek hiçbir şey vermese de aklımı onlardan hemen uzaklaştıramam. Bilerek isteyerek de değil çoğu zaman gözüm dalar ve aklım kendiliğinden filme döner. Bu film de düşündüğüm şey Emma’nın çevresine ördüğü duvarlar oldu.


Filmde Emma’nın kendini hissetmekten soyutlayışı dramatik ve açıktı. Bence gerçek hayatta kendini soyutlamak duvarlar örmek gibi terimleri kullanmayı sevmem. Sanki bunlar bizim hayatımız için değil de filmler kitaplar içinmiş gibi gelir. Romantik bir fantezi gibi. Ama düşünürken aklım Emma’dan kendime kaydı ve benim de duvarlarım var kendi ördüğüm diye düşündüm. Onlar içinde yaşamaktan mutsuz da değilim ama varlar. Durumum Emma’nınki gibi dramatikmiş gibi de hissetmiyorum ama demek ki gerçek hayatta da insan bazı hislerden korunmak için duvarlar örüyormuş fark etmeden.

Ya da belki bu duvarlar yok da benim depresyonum konuşuyor şu anda. Olabilir mümkün.

Yine Yeniden

Sürekli hastane hastane dememden bıktınız biliyorum. Bende sürekli hastaneden bahsetmekten, onun hayatımda bu kadar büyük bir yer kaplamasından bıktım ama ne yapalım işte hastane maceramız bitmemiş daha.

Dün halam kontrol için hastaneye gitti. Bir kez yolda ikinci defa hastanede bayılınca aslında yatırmaları büyük bir sürpriz olmadı. Serum verip bir gece yatırıp, kendine iyi bakması nasihati ile eve yollarlar diye düşündüm. Çünkü evde geçirdiği bu bir hafta da ne yaptıysak beğendirip yediremedik. Kendini iyi hissetmesi için yemek yemesi gerekiyordu ama iyi hissetmeyince yemek yemiyordu falan derken bir hafta geçti. Bu kısır döngüyü bu hastane ziyareti kırar diye umdum. Kırdı da ama sonuç benim beklediğim gibi olmadı. Bir gün değil önümüzü göremediğimiz bir süre için daha hastaneye yattı halam. Belki de kısa bir süre içindir ama doktorlar hiç zaman sınırlaması koymuyor.

Ama bu sefer ben hastanede kalamıyorum. Halamın sürekli yardıma ihtiyaç duyduğu bir şey var (medikal bir şey ayrıntıya girmesem daha iyi, ben hemşirelerin işi sanmıştım ama değilmiş, bazı hastalar kendileri hallediyorlarmış ama benim halam halledemiyor) ve ben onu yapamıyorum. Hastanede kaldığım diğer zamanlar bize bu konuda bir hasta bakıcı yardımcı olmuştu ama şimdi o bayan gece nöbetinde olduğundan gündüz benim halam ile kalmam söz konusu olamıyor. Bu nedenle annem akşam işten çıktı ve bütün günün yorgunluğuna rağmen hastaneye gitti gece yarısı ancak eve gelebildi.

Bu sefer benim sorumluluğum hastane değil, ev düzenini sağlamak oldu yani.

Bütün bu olanlar arasında depresyondayım. Artık inkar edilir yanı kalmadı. Geçen gün bir yerde Madonna'yı gangnam style dansı yapıp o adamla düet yaparken görüp ağlamaya başladım. Ama öyle böyle değil hüngür şakırt ağladım.

Sonra Cuma günü Breaking Dawn Part 2 yu izlemeye sinemaya gittik Seb ile. Mutluydum aylardan sonra arkadaşımı gördüm herşey güzel falan derken eve geldim önce Twilight macerasının sonu diye düşündüm bir süre. Sonra da birinci kitabı tekrar elime aldım. Benim için bundan daha belirgin bir depresyon göstergesi olamaz. okuyamadım o ayrı. İstemedim. Twilight dan daha derimin altına işleyen bir hayal dünyası lazım bana. Belki Harry Potter serisi ya da Hobbit. Hem filmi de gelecek. Bu arada Breaking Dawn Part 2 güzeldi, onun hakkında da yazmayı düşünüyorum.

Depresyon sürecimin bu noktasında boş bulduğum her vakti ya romantik komedi izleyerek yada vaktim olunca ne izlesem diye düşünerek geçiriyorum yani bundan sonra bol bol film yorumu yazabilirim. Çok yoruldum çok. Ruhum yorgun.

19 Kasım 2012 Pazartesi

Kakaolu Fındıklı Biscotti

Uzun süredir yapmayı düşünüyordum ama bir türlü vakit bulamıyordum. Ama sonunda yaptım. İşte malzemeler;

1 kap fındık
120 gram bitter çikolata
1 kap esmer şeker
1 3/4 kap un
1/3 kap kakao
1 çay kaşığı karbonat
3 yumurta
1 vanilya
1/4 çay kaşığı tuz

Bu arada fındığın tuzlu olmamasına dikkat etmek lazım. Kavrulmuş tuzsuz fındık olmalı. Bir de yarım kaba yakın un da hamura şekil verme aşamasında kullanılıyor o yüzden fazladan unu hazır bulundurun.

Şimdi de yapılışı;

  1. Fırını 150 C dereceye ısıtın.
  2. Un, kakao, karbonat, tuz ve vanilyayı bir kapta karıştırın.
  3. Şeker ve çikolatayı birlikte robottan geçirin.
  4. Yumurtaları çırpın. Sonra şeker ve çikolatayı ekleyip çırpmaya devam edin.
  5. Son olarak da unlu karışımı ekleyin, çırpma ucunu hamur karıştırıcı uçla değiştirip çevirmeye devam edin.
  6. Fındıkları da ekleyip bir süre daha karıştırın.
  7. Fırın tepsisine yağlı kağıdı yerleştirip hazır edin.
  8. Tezgahınızı bolca unlayıp hazır edin. Sonra hala yapışkan olan hamuru spatula yardımıyla tezgahın unladığınız kısmına alın.
  9. Ellerinizi de iyice unlayarak; hatta şekil verirken yapışaması için hamurun üzerinde az az un ekleyerek hamurunuzu ikiye bölün.
  10. Bu parçaları tek tek yaklaşık 25 cm'e 5 cm'lik mümkün olduğunca düzgün dikdörtgenler halinde tepsinize yerleştirin. bu iki parça arasında aralıklar bırakmak önemli yoksa kabardıklarında birbirlerine yapışabilirler.
  11. Biscottinizi 35-40 dakika kadar pişirin. Hamurun üzerinde çatlaklar oluşması piştiğine işaret eder.
  12. 10 dakika soğumasını bekleyip 2 cm'lik dilimler halinde kesin.
  13. Dilimlerin her iki yüzünü de 5'er dakika daha fırına vererek kurutun. Orjinal tarifte 15er dakika diyordu ama bana göre öyle çok kuru oluyor.




Bu arada köşelerden kestiğiniz parçaları kurutmanıza hiç gerek yok. O köşe parçalar zaten kuru oluyor. Aslında kısa sürede tüketmeyi planlıyorsanız kurutmanıza da gerek yok. Kurutma işlemi biscotti'lerin uzun süre bozulmadan yenmesi için yapılıyor biraz da.

Ama kısa sürede tüketsem de kurutma kısmını yine de yapıyorum, çünkü biscottiyi kahveme batırarak yemeyi seviyorum ben. Umarım siz de seversiniz :)

15 Kasım 2012 Perşembe

Nils ve Uçan Kaz

Bu ara ne bu nostalji durumlarım anlamıyorum. Ama bir baktım imdb de bu çizgi filmi bulmaya çalışıyorum deli gibi, bulamayınca raksotek kasetleri karıştırmaya başladım sırf adını öğrenmek için. Kaseti bulunca gözüm doldu falan...

Nils Holgersson

Bu kadarı da yetmedi acaba DVDsi var mıdır diye aradım durdum, yokmuş. Keşke olsaydı alırdım kesin. 

13 Kasım 2012 Salı

Müşterek Dostumuz


Sorarlar ya en sevdiğin yazar kim diye. Ben bir süre önce en sevdiğim yazarın Charles Dickens olduğunu düşünmeye başlamıştım. O kadar çok kitabı olmasına rağmen sadece dört kitabını okumuştum o zaman. David Copperfield, İki Şehrin Hikayesi (Tale of Two Cities), A Christmas Carol  ve Oliver Twist. Oliver Twist’in kısaltılmış versiyonunu değil de, orjinal uzunluğunda olan romanını okuyunca başlamıştı bu düşüncem. Çeşit çeşit insanı Charles Dickens kadar iyi anlatan yok diye düşünüyordum. Haklıymışım.

Müşterek Dostumuzu (Our Mutual Friend) okumaya başladığımda biraz tereddüt ettim. Toplumun değişik kesimlerinden, apayrı hayatlar yaşayan insanlara ilk bakışla başladı roman. Bu karakterler nasıl bir araya gelir anlayamadım başta. Hayal kırıklığına mı uğrayacağım diye düşünerek biraz ilerlemiştim ki hikaye mükemmel bir şekilde bir araya geldi.  Hikaye yine hayatlara ayrı ayrı bakarak devam etti ama herkes bir şekilde ilintiliydi.

Kitap boyunca çeşit çeşit insan tanıdım. 1800’ler İngilteresi’nin sistemindeki yanlışlıkları bu hayatların akışı içinde gördüm. Sınıf farkının büyüklüğü karşısında ağzım açık kaldı. İşçi sınıfı kadınları ile hanımefendiler arasındaki göze  sokulan itibar farkına şaşırıp kaldım. Dickens’ın kitaplarını okurken az çok sonu tahmin ederim, bu kitapta ise hiç beklemediğim bir sürprizle karşılaştım. Sürprizin kendisinden çok Dickens’ın böyle bir sürpriz yapmasına şaşırdım.

İthaki Yayınları tarafından yayımlanan Müşterek Dostumuz’da; Dickens’ın yazarlığının yanında kitabı keyifli kılan bir diğer öğe de Marcus Stone tarafından yapılmış illüstrasyonlardı. İthaki’yi tebrik ediyorum orjinal illüstrasyonları korudukları bize kitabı onlarla sundukları için.

Kitabın uzunluğu, büyüklüğü kimsenin gözünü korkutmamalı. Öyle akıcı bir kitap ki... Dickens’ın bazen alaycılaşan dili ise kitabı daha da zevkli kıldı. Karakterler çeşit çeşit ve o kadar iyi anlatılmışlar ki... Ben goodreads’de bu kitaba 5 üzerinden 5 verdim. Elimde olsa yıldızlı 5 verirdim. Şiddetle tavsiye ederim.

Not: Bu arada söylemeyi unuttum, Aslı Biçen çevirmiş. Eline sağlık, oldukça iyi bir çeviriydi.

Taburcu

Dün sabahım umutlu başladı. Hastaneden taburcu haberi bekliyordum. Halamın asıl doktorları Antalya'da konferanstaydı bir kaç gündür, dün ilk kez göreceklerdi onu günler sonra. Çok emindim kendimden, kesin taburcu diyordum. Hastaneye gitmeden telefon ettim bir şeye ihtiyacınız var mı diye. Değil taburcu haberi almak bir sürü aksilik haberi aldım.

Umutlu dan sinirli ve huysuza geçişim müthiş hızlı oldu. Hastaneye suratım beş karış her an ya bağıracak ya ağlayacak halde gittim. İki halamın durumu da aynı benim gibiydi. Büyük halam gitti, hasta olan halamla ben karşılıklı tüttük sinirden. Ama ikimizde birbirimize değil başka kim varsa onlar hakkında çemkirip durduk.

5 de doktorlar odaya doluştu refakatçileri dışarı aldılar. Kapının önünde dururken içeriden bir ses duydum "Taburcu ediyoruz, taburcu" diyordu. Kapıdan şöyle bir baktım halamın başında doktorlar. İçeri girince düşüncelerim doğrulandı, halam ertesi gün taburcu oluyordu.

Dünya da o an benden mutlu bir insan daha olduğunu sanmıyorum. Eve dönüp yurtdışından ben hastanedeyken dönmüş annemi de görünce her şey tam oldu, bulutların üstündeydim tüm gece.

Ve bugünde hiç bir aksilik çıkmadı. Halam taburcu oldu. Zahmetli oldu bir aydır hastanede olunca baya baya yerleşmişiz fark etmeden. Ev taşır gibi olduk ama oldu bitti. Halam kendi yatağında yatıyordu biz oradan çıkarken.

Her şey normale dönüyor sanki. Kendime biraz daha vaktim olacak. Kitaplara filmlere dalmak arkadaşlarımı görmek istiyorum. Sinemaya gidelim, görüşemediğimiz ayları konuşup çekiştirip uzatalım istiyorum. Mutluyum, umutluyum ben bugün :)))

10 Kasım 2012 Cumartesi

My Girl


Bu filmi az önce bana imdb hatırlattı. İyi ki de hatırlatmış.
Çocukluğumdan iyi hatırladığım filmlerden.
Yeniden izlesem ne güzel olur :))

Bir filmi hatırlamaktan bu kadar mutlu olmam biraz acayip biliyorum, evet. :D