Bu küçük projeye başlarken neler düşünüp neler hissedeceğimden çok emindim. Serinin ilk dört filmini yeni izlemiştim, bu projenin her saniyesine bayılacağımı sanıyordum. Pek öyle olmadı.
Kitapları eleştirmeyeceğim demiştim ama Harry Potter serisinin bendeki ilk kitabı Dost Kitabevi tarafından yayınlanmış "Harry Potter ve Büyülü Taş". Bu basımda, sayfa sıralamasındaki hatalar, çeviri hataları rahatsız edici. Ayrıca YKY tarafından yayınlanan basımlarla arasında terimlerin çevirisinde ciddi farklılıklar var. Kitabı büyülenerek ilk okuyuşlarımda gözüme batmayan bu hatalar, duygularımı buraya yazmak için eleştirel bir gözle okuyunca bana çok battı. Bu nedenledir ki ilk fırsatta YKY yayınlarından aynı kitabın "Harry Potter ve Felsefe Taşı" adlı çevirisini almaya karar verdim.
Kitaptan filme geçişte beni ilk rahatsız eden bazı casting seçimleri oldu. Dumbledore görünüş olarak hayallerimle bire bir aynı görüntüde olsa da duruşu, kendini taşıyışı, gülümsemesi benim umduğum gibi değildi. Ayrıca Aunt Petunia ve Dudley seçimleri de çok kötüydü bana göre. Belki kitabı yeni okumamış birine batmayacak şeyler, kitaptaki betimlemeler aklında canlı olan beni rahatsız etti.
Öte yandan Snape ve McGonagall seçimleri ile Weasley ailesi (Percy hariç), Harry Potter ve Hermonie Granger için oyuncu seçimlerini mükemmel buldum.
Kitaptan filme geçişte kesilmiş bazı kısımlarda özellikle rahatsız etti beni. Hagrid'in ejderhası Norbert'ın kaçırmaya çalışmaları tamamen filmden çıkarılmıştı. Qudditch karşlaşmaları birleştirilip tek bir karşılaşmaya dönüştürülmüştü. Ayrıca felsefe taşı'na ulaşma çalışırken aştıkları engeller içinde Troll ve Potion kısmı tamamen eksikti. Ama hakkını yemek istemiyorum. Film kesilip biçilen kısımları mümkün olduğunca mantıklı biçimde doldurmuştu. Ama kitap aklımda bu kadar tazeyken hafif hayal kırıklığı hissine engel olamadım.
Son bir not olarak ise bazı sahneler yeşil perde önünde çekildim diye bağırıyordu. Sonraki filmlerde görüntü efectlerinin geldiği nokta aklımda olduğundan 2001 yılında yayınlanmış filmde bu kadarının normal olduğuna karar verdim.
Birinci film ve kitap bitip de ikinci kitabı elime aldığımda, kitap için heyecanlı ama filmi izleyince hissedebileceklerim açısından endişeliydim.
11 Aralık 2016 Pazar
5 Aralık 2016 Pazartesi
Harry Potter Yeniden
Herhalde "Fantastic Beasts and Where To Find Them" filmi ve"Harry Potter and the Cursed Child" kitabı aynı zamanlarda hayatıma girdiğinden bu ara aklımın bir köşesi hep Harry Potter serisindeydi. Kitap, kitaplığımda bekliyor ama başlayamıyorum okumaya bir türlü. Filme de henüz gidemedim.
Bende bu hafta sonu oturdum ilk dört filmi yeniden seyrettim. Çocuk/genç gözüyle izleyişim ile bu izleyişim oldukça farklı oldu. Sonra bütün filmlerin yeniden izleyip yorumlayan blog postları olduğunu da duyunca bende başka bir versiyonunu yapmak istedim.
Ben bir günde bütün filmleri izlemek yerine, önce kitabı yeniden okuyup sonra filmini yeniden seyredip görüşlerimi blog'da paylaşacağım. Kitaplar hakkında değil tabi, filmler hakkındaki görüşlerimi paylaşacağım. Çünkü bu kitaplara bitmez bir sevgiyle bağlıyım. Kusurları vardıysa bile ya görmüyorum ya da görmemeyi seçiyorum.
Vakit sıkışıklığı beni zorlamaz ise bunu tamamlamaya kararlıyım. Ama 7 kitap 8 film zaman yönünden büyük sıkışıklık yaratabilir.
Dün gece verdiğim bir kararla ilk kitaba çoktan başladım bile. :)
UPDATE (11/12/2016): ilk üç kitap yeniden okundu. Üçüncü film de az önce bitti. Şunu not etmeliyim ki, duygularım düşüncelerim hiç bu sürece başlarken umduğum gibi değil :(
UPDATE (20/12/2016): beşinci kitabı ve filmi bitirdim. ama sonunu bilirken beşinci kitapta ilerlemekte çok zorlandım.
Bende bu hafta sonu oturdum ilk dört filmi yeniden seyrettim. Çocuk/genç gözüyle izleyişim ile bu izleyişim oldukça farklı oldu. Sonra bütün filmlerin yeniden izleyip yorumlayan blog postları olduğunu da duyunca bende başka bir versiyonunu yapmak istedim.
Ben bir günde bütün filmleri izlemek yerine, önce kitabı yeniden okuyup sonra filmini yeniden seyredip görüşlerimi blog'da paylaşacağım. Kitaplar hakkında değil tabi, filmler hakkındaki görüşlerimi paylaşacağım. Çünkü bu kitaplara bitmez bir sevgiyle bağlıyım. Kusurları vardıysa bile ya görmüyorum ya da görmemeyi seçiyorum.
Vakit sıkışıklığı beni zorlamaz ise bunu tamamlamaya kararlıyım. Ama 7 kitap 8 film zaman yönünden büyük sıkışıklık yaratabilir.
Dün gece verdiğim bir kararla ilk kitaba çoktan başladım bile. :)
-----------------------------------------------------------------------------------------
UPDATE (06/12/2016): Ve birinci kitap biraz önce bitti. Yeniden! Filmi izler izlemez ilk yorum yazımı yazacağım.
-----------------------------------------------------------------------------------------
UPDATE (11/12/2016): ilk üç kitap yeniden okundu. Üçüncü film de az önce bitti. Şunu not etmeliyim ki, duygularım düşüncelerim hiç bu sürece başlarken umduğum gibi değil :(
-----------------------------------------------------------------------------------------
UPDATE (20/12/2016): beşinci kitabı ve filmi bitirdim. ama sonunu bilirken beşinci kitapta ilerlemekte çok zorlandım.
26 Kasım 2016 Cumartesi
Gilmore Girls A Year In Life
Gilmore Girls orjinal serisini kaç defa izledim bilmiyorum 6-7 belki daha fazla. Bazen ders çalışırken ve ya kitap okurken arkada açık olurdu Gilmore Girls. Çünkü o hep tanıdıktı, hep güvenliydi. En mutlu ve en hüzünlü sahneleriyle benim bir rüyamdı sanki, o kadar sahiplenmiştim.
Gilmore Girls'in bitmesinden sonra hikayenin devam etmesini istedim hep. Hikayenin nereden devam edeceğini neler olacağını adım gibi bildiğimi düşündüm. Ama yalan yok, mantığım yıllar geçtikçe bir geri gelişin zorlaştığını, gelse bile tatsız olabileceğini hatırlattı bana. Bir yıl kadar önceydi sanırım, önce dedikodu gibi başladı Gilmore Girls Revival haberi, sonra anladık ki gerçekmiş. Adı önce Gilmore Girls The Seasons dendi. Sonra resmi isim Gilmore Girls A Year In Life oldu. Bu haberle beraber bende diğer bütün fanlar gibi Lorelai ve Rory'nin hayatlarında hangi noktada olduklarını merak ettim. Benim hayalimde durum şöyleydi;
"Rory'nin gazetecilik macerası için Stars Hollow'dan ayrılmasından sonra Luke ve Lorelai'ın ilişkisi hızla ilerler. Çünkü yeterince ayrı kalmışlardır, gerekli dersleri almışlardır, güçlenmişlerdir. Kısa süre içinde evlenirler (ve tabi ki Rory de gelir) ve Lorelai aynı o rüyada gördüğü gibi ikiz bebeklere hamile kalır.
Bütün bunlar olurken araya giren mesafe hem Rory hem de Lorelai için büyük bir challenge olur. Onları özlemle yorar.
Logan'dan ayrılığından kısa süre sonra annesinden ve Lane'den uzak kalan Rory, Logan ile tekrar iletişime geçer. Yıllar ilerledikçe Logan-Rory ilişkisinin bir nevi Christopher-Lorelai ilişkisine dönüştüğünü görürüz. Bir zamanlar birbirleri için doğru insan olmuş ancak doğru anı kaçırmış iki insanın bunu kabullenememesi, birbirinden kopamaması durumu. Rory aynı zamanda Jess ile de iletişim halindedir. Onların ilişkilerini biraz Luke-Lorelai ilişkisi gibi hayal ediyorum. Birbirleri için önemli ve vazgeçilmez hale gelmişlerdir ki romantik bir ilişkiye başlayıp sonunda karşısındakini kaybetme ihtimalinden öylesine korkarlar ki romantik duyguları ikisi de itiraf edemez.
Bu arada yıllar geçtikçe Dragonfly Inn'in başarıları artar büyüme ihtiyacı doğar. Lorelai ailesinden para desteği alarak eski Indepence Inn'ın olduğunu yeri alarak yeni bir Inn'e dönüştürme çalışmaları başlar.
Rory ise başarmıştır. Gazetecilikte basamakları hızla tırmanmıştır. Ama bir aradığını bulamama hissi devam etmiştir hep. Tam gazeteciliğin doğru seçim olup olmadığını sorgularken beklediği teklifi alır. Savaş alanında gidip 'savaşın iç yüzü' nü anlatması istenir ve Rory gazetecilikle ilgili bütün soru işaretlerine rağmen gider. Döndüğünde yazıları büyük başarı kazanır ama Rory için gazetecilik bitmiştir."
Benim hayalimde Gilmore Girls A Year In Life tam bu noktada başlamalıydı. Lorelai'ın Emily ile borç anlaşması ve Independence Inn'i alması ve gazetecilikten kopmuş sarsılmış Rory'nin Stars Hollow'a dönmesi noktası.
Lorelai ve Luke'un ilişki, evlilik, çocuk yetiştirme dinamiğinde anlatılabilecek onlarca küçük hikaye olduğunu düşünüyorum çünkü.
Birbirinden fiziksel olarak uzakta kalmış Lorelia ve Rory'nin büyüleyici ilişkisinin, aynı derecede büyüleyici ama biraz farklı başka bir ilişkiye evrilmesini de görmek isterdim çok. (Böyle bir evrilmeyi Rory Yale başladıktan sonra görmüştük nasılsa daha önce)
Rory-Logan ve Rory-Jess ilişkilerinin de Lorelai'ın ilişkilerinin Rory versiyonu olması en doğalı olurdu bana göre. Çünkü bütün farklılıklarına rağmen Rory her zaman Lorelai'ın kızı oldu.
Ayrıca Lorelai'ın Luke'tan olan çocukları ile Rory ile yakaladığı iletişimi yakalama çabası da ilginç olmaz mıydı? Rory'nin Lorelai'ı kardeşlerinden kıskanması ve bunun üstesinden gelmeye çalışması nasıl olurdu acaba? Rory'nin gazetecilikten koptuktan sonra yeni kariyer arayışı ve yazarlığı buluşu da izlemeye değer olurdu.
Yıllar geçti ve yeni Gilmore Girls bölümleri son bölümden 9 yıl sonra geldi. Lorelai artık 47-48 yaşlarında Rory'de artık 31-32 yaşlarında. Dün yayınlanan Gilmore Girls A Year In Life'ın dört bölümünü de izledim. İçeriğini anlatıp spoiler vermek istemiyorum. O yüzden konudan çok bahsetmeyeceğim. Daha çok ben bu bölümleri izlerken ne hissettim ondan bahsedeceğim.
İlk bölümü izledikten sonra hissettiğim temel şey HAYALKIRIKLIĞI oldu. Sanki çok sevdiğim ama zorunlu olarak ayrı kaldığım arkadaşlarımın hayatlarına bir pencereden bakıyordum ve dayanılmaz bir hayalkırıklığı ile eziliyordum. Çoğunlukla Rory ile ilgiliydi hayalkırıklığım ama ne Lorelai'nın durumdan memnundum ne de Emily'nin Richard'ın ölümünden sonra olmaya başladığı kişiden. Ama eski Emily'den hala izler vardı küçük de olsa. Bir de beni en çok rahatsız eden Lorelai-Rory arasındaki bağın müthiş yüzeysel görünmesi oldu. Bir iki küçük an dışında eski ilişkilerini göremedim. Ayrıca ilk bölümün üçte biri Kirk'ün içinde bulunduğu sahnelerdi sanki. Stars Hollow'u oluşturan karakterleri hepimiz sevdik ama bu kadarına gerçekten gerek var mı?
İkinci bölümü ilk bölümden iki saat kadar sonra izledim. Ama aradan geçen bu iki saatte başka birşey düşünemedim, bu zamanı Rory, Lorelai ve Emily'nin hayatlarında geldikleri noktayı ve dönüştükleri kişileri kabul etmeye çalışarak geçirdim. İkinci bölümün sonunda Rory ilk bölümden daha büyük bir hayal kırıklığı halini aldı ama aynı zamanda eski Rory'yi açıkça gördüğüm, Rory'yi daha sevilebilir bulduğum zamanlar da oldu. Lorelai'a gelince; bazen ekrana Lorelai burada böyle tepki vermezdi yanlış yapmışsınız diye bağırasım geldi. Emily ise eski Emily'nin sesi kısılmış yan sanayi kopyası gibiydi ama belki de Richard'ı kaybettikten sonra böyle bir dönüşüm normaldi diye düşündürdü bana. Sanırım Emily'nin dönüştüğü kişiyi burada kabullendim.
İkinci bölümün sonunda whatsapp'tan izleyen var mı diye sordum çünkü feci konuşma ihtiyacı hissediyordum ama kimse izlememişti. Üçüncü bölümün sonundaysa yay gibi gerilmiştim ve hala kimse izlememişti. Öyle olunca kardeşimin odasına daldım, o spoilerdan rahatsız olmaz çünkü. Başladım dert yanmaya. Yerimde duramıyordum, olayların geldiği noktayı bir türlü kabul edemiyordum. Ne Rory, ne Lorelai ne de Emily için. Ama en çok Rory için. Kardeşim aklımı kaçırdığımı düşündü sanırım. Gözünde o korkuyu açıkça gördüm. Ama içimdekileri kusmama izin verdi böylece dördüncü bölümü izleyebilecek kadar sakinleşebildim.
Ama vurgulamakta fayda var, Lorelai ve Rory benim için bir süredir göremediğim yakın arkadaşlar gibiler, dizi karakterleri değil. Stars Hollow ve içindekiler benim için gerçek bir yer bir set değil. Bu durum sağlıksız olabilir evet, ama benim için durum bu.
Dördüncü ve son bölümün sonundaysa kandırılmış hissettim. Amy Sherman-Palladino sanki bana en büyük kazığı atmıştı. Çünkü Emily ve Lorelai'ın hayatlarında daha mutlu ve normal bir noktaya yaklaştıysa da Rory için varılan durum 7-8 sezonluk yeni bir dizinin başlama noktasıydı bana göre.Bana bütün bu duyguları yeni bir dizi yapmak istediğin için mi yaşattın diye kızdım Amy'ye. Dahası hem Alexis Bledel'in hem Lauren Graham'ın bu sondu bir daha bu karakterleri canlandırmayız dediği bir röportaj izlemiştim. Yani Rory'ye bundan sonra ne oldu öğrenemeyeceğim. Dahası kendi hayal gücüme de sığınamıyorum çünkü Rory onu hiç hayal etmediğim bir noktada ve ben onun geleceğini hayal edemiyorum.
Buradan sesleniyorum lütfen çabucak izleyin ve bol spoiler'lı bir konuşma yapalım. Çünkü buna çok ihtiyacım var. Zaten pamuk ipliğine bağlı olarak dengede tuttuğum ruh sağlığımı alt üst etti bu dizi.
Gilmore Girls'in bitmesinden sonra hikayenin devam etmesini istedim hep. Hikayenin nereden devam edeceğini neler olacağını adım gibi bildiğimi düşündüm. Ama yalan yok, mantığım yıllar geçtikçe bir geri gelişin zorlaştığını, gelse bile tatsız olabileceğini hatırlattı bana. Bir yıl kadar önceydi sanırım, önce dedikodu gibi başladı Gilmore Girls Revival haberi, sonra anladık ki gerçekmiş. Adı önce Gilmore Girls The Seasons dendi. Sonra resmi isim Gilmore Girls A Year In Life oldu. Bu haberle beraber bende diğer bütün fanlar gibi Lorelai ve Rory'nin hayatlarında hangi noktada olduklarını merak ettim. Benim hayalimde durum şöyleydi;
"Rory'nin gazetecilik macerası için Stars Hollow'dan ayrılmasından sonra Luke ve Lorelai'ın ilişkisi hızla ilerler. Çünkü yeterince ayrı kalmışlardır, gerekli dersleri almışlardır, güçlenmişlerdir. Kısa süre içinde evlenirler (ve tabi ki Rory de gelir) ve Lorelai aynı o rüyada gördüğü gibi ikiz bebeklere hamile kalır.
Bütün bunlar olurken araya giren mesafe hem Rory hem de Lorelai için büyük bir challenge olur. Onları özlemle yorar.
Logan'dan ayrılığından kısa süre sonra annesinden ve Lane'den uzak kalan Rory, Logan ile tekrar iletişime geçer. Yıllar ilerledikçe Logan-Rory ilişkisinin bir nevi Christopher-Lorelai ilişkisine dönüştüğünü görürüz. Bir zamanlar birbirleri için doğru insan olmuş ancak doğru anı kaçırmış iki insanın bunu kabullenememesi, birbirinden kopamaması durumu. Rory aynı zamanda Jess ile de iletişim halindedir. Onların ilişkilerini biraz Luke-Lorelai ilişkisi gibi hayal ediyorum. Birbirleri için önemli ve vazgeçilmez hale gelmişlerdir ki romantik bir ilişkiye başlayıp sonunda karşısındakini kaybetme ihtimalinden öylesine korkarlar ki romantik duyguları ikisi de itiraf edemez.
Bu arada yıllar geçtikçe Dragonfly Inn'in başarıları artar büyüme ihtiyacı doğar. Lorelai ailesinden para desteği alarak eski Indepence Inn'ın olduğunu yeri alarak yeni bir Inn'e dönüştürme çalışmaları başlar.
Rory ise başarmıştır. Gazetecilikte basamakları hızla tırmanmıştır. Ama bir aradığını bulamama hissi devam etmiştir hep. Tam gazeteciliğin doğru seçim olup olmadığını sorgularken beklediği teklifi alır. Savaş alanında gidip 'savaşın iç yüzü' nü anlatması istenir ve Rory gazetecilikle ilgili bütün soru işaretlerine rağmen gider. Döndüğünde yazıları büyük başarı kazanır ama Rory için gazetecilik bitmiştir."
Benim hayalimde Gilmore Girls A Year In Life tam bu noktada başlamalıydı. Lorelai'ın Emily ile borç anlaşması ve Independence Inn'i alması ve gazetecilikten kopmuş sarsılmış Rory'nin Stars Hollow'a dönmesi noktası.
Lorelai ve Luke'un ilişki, evlilik, çocuk yetiştirme dinamiğinde anlatılabilecek onlarca küçük hikaye olduğunu düşünüyorum çünkü.
Birbirinden fiziksel olarak uzakta kalmış Lorelia ve Rory'nin büyüleyici ilişkisinin, aynı derecede büyüleyici ama biraz farklı başka bir ilişkiye evrilmesini de görmek isterdim çok. (Böyle bir evrilmeyi Rory Yale başladıktan sonra görmüştük nasılsa daha önce)
Rory-Logan ve Rory-Jess ilişkilerinin de Lorelai'ın ilişkilerinin Rory versiyonu olması en doğalı olurdu bana göre. Çünkü bütün farklılıklarına rağmen Rory her zaman Lorelai'ın kızı oldu.
Ayrıca Lorelai'ın Luke'tan olan çocukları ile Rory ile yakaladığı iletişimi yakalama çabası da ilginç olmaz mıydı? Rory'nin Lorelai'ı kardeşlerinden kıskanması ve bunun üstesinden gelmeye çalışması nasıl olurdu acaba? Rory'nin gazetecilikten koptuktan sonra yeni kariyer arayışı ve yazarlığı buluşu da izlemeye değer olurdu.
Yıllar geçti ve yeni Gilmore Girls bölümleri son bölümden 9 yıl sonra geldi. Lorelai artık 47-48 yaşlarında Rory'de artık 31-32 yaşlarında. Dün yayınlanan Gilmore Girls A Year In Life'ın dört bölümünü de izledim. İçeriğini anlatıp spoiler vermek istemiyorum. O yüzden konudan çok bahsetmeyeceğim. Daha çok ben bu bölümleri izlerken ne hissettim ondan bahsedeceğim.
İlk bölümü izledikten sonra hissettiğim temel şey HAYALKIRIKLIĞI oldu. Sanki çok sevdiğim ama zorunlu olarak ayrı kaldığım arkadaşlarımın hayatlarına bir pencereden bakıyordum ve dayanılmaz bir hayalkırıklığı ile eziliyordum. Çoğunlukla Rory ile ilgiliydi hayalkırıklığım ama ne Lorelai'nın durumdan memnundum ne de Emily'nin Richard'ın ölümünden sonra olmaya başladığı kişiden. Ama eski Emily'den hala izler vardı küçük de olsa. Bir de beni en çok rahatsız eden Lorelai-Rory arasındaki bağın müthiş yüzeysel görünmesi oldu. Bir iki küçük an dışında eski ilişkilerini göremedim. Ayrıca ilk bölümün üçte biri Kirk'ün içinde bulunduğu sahnelerdi sanki. Stars Hollow'u oluşturan karakterleri hepimiz sevdik ama bu kadarına gerçekten gerek var mı?
İkinci bölümü ilk bölümden iki saat kadar sonra izledim. Ama aradan geçen bu iki saatte başka birşey düşünemedim, bu zamanı Rory, Lorelai ve Emily'nin hayatlarında geldikleri noktayı ve dönüştükleri kişileri kabul etmeye çalışarak geçirdim. İkinci bölümün sonunda Rory ilk bölümden daha büyük bir hayal kırıklığı halini aldı ama aynı zamanda eski Rory'yi açıkça gördüğüm, Rory'yi daha sevilebilir bulduğum zamanlar da oldu. Lorelai'a gelince; bazen ekrana Lorelai burada böyle tepki vermezdi yanlış yapmışsınız diye bağırasım geldi. Emily ise eski Emily'nin sesi kısılmış yan sanayi kopyası gibiydi ama belki de Richard'ı kaybettikten sonra böyle bir dönüşüm normaldi diye düşündürdü bana. Sanırım Emily'nin dönüştüğü kişiyi burada kabullendim.
İkinci bölümün sonunda whatsapp'tan izleyen var mı diye sordum çünkü feci konuşma ihtiyacı hissediyordum ama kimse izlememişti. Üçüncü bölümün sonundaysa yay gibi gerilmiştim ve hala kimse izlememişti. Öyle olunca kardeşimin odasına daldım, o spoilerdan rahatsız olmaz çünkü. Başladım dert yanmaya. Yerimde duramıyordum, olayların geldiği noktayı bir türlü kabul edemiyordum. Ne Rory, ne Lorelai ne de Emily için. Ama en çok Rory için. Kardeşim aklımı kaçırdığımı düşündü sanırım. Gözünde o korkuyu açıkça gördüm. Ama içimdekileri kusmama izin verdi böylece dördüncü bölümü izleyebilecek kadar sakinleşebildim.
Ama vurgulamakta fayda var, Lorelai ve Rory benim için bir süredir göremediğim yakın arkadaşlar gibiler, dizi karakterleri değil. Stars Hollow ve içindekiler benim için gerçek bir yer bir set değil. Bu durum sağlıksız olabilir evet, ama benim için durum bu.
Dördüncü ve son bölümün sonundaysa kandırılmış hissettim. Amy Sherman-Palladino sanki bana en büyük kazığı atmıştı. Çünkü Emily ve Lorelai'ın hayatlarında daha mutlu ve normal bir noktaya yaklaştıysa da Rory için varılan durum 7-8 sezonluk yeni bir dizinin başlama noktasıydı bana göre.Bana bütün bu duyguları yeni bir dizi yapmak istediğin için mi yaşattın diye kızdım Amy'ye. Dahası hem Alexis Bledel'in hem Lauren Graham'ın bu sondu bir daha bu karakterleri canlandırmayız dediği bir röportaj izlemiştim. Yani Rory'ye bundan sonra ne oldu öğrenemeyeceğim. Dahası kendi hayal gücüme de sığınamıyorum çünkü Rory onu hiç hayal etmediğim bir noktada ve ben onun geleceğini hayal edemiyorum.
Buradan sesleniyorum lütfen çabucak izleyin ve bol spoiler'lı bir konuşma yapalım. Çünkü buna çok ihtiyacım var. Zaten pamuk ipliğine bağlı olarak dengede tuttuğum ruh sağlığımı alt üst etti bu dizi.
12 Kasım 2016 Cumartesi
Sleepless in Seattle
D&R dan yaptığım son alışveriş çılgınlığım da kitapların yanında çocukluğumdan beynime kazınmış Ghost, Runaway Bride, City of Angels, Sweet November, E.T. ve Sleepless in Seattle filmlerini aldım. Siparişimin bir kısmı dün sabah geldi ama daha raflara yerleştiremeden alelacele çıkmam gerekti evden.
Gün öyle bir devam etti ki akşam dokuz gibi anneannemin yanından eve geldiğimde sinirden çığlık mı atsam, üzüntüden ağlasam mı bilmiyordum. Anneannem birşey yaptığından değil, o hastaneden yeni çıktı iyileşmeye çalışıyor, ama teyzem için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Neyse burada hiç o konulara girip yeniden sinirlerimi altüst etmeyeceğim. Kısacası en basit haliyle dün eve geldiğimde moralim çok çok bozuktu diyelim.
Açıkta duran DVD'lere baktım ağlamadan izleyebileceğim tek filmin Sleepless in Seattle olduğunu düşündüm. (Runaway Bride gelmiş olsaydı onu izleyebilirdim ama hala kargoda.) Neden bilmiyorum ama insanın çocukluğunda izlediği mutlu zamanları hatırlatan filmler yaraları sarmakta birebir. iyileşmese de teselli oluyor insan. Bu arada eskiden kalma filmlere uygun kaset görünümlü dvd kapağı da hoşuma gitmedi değil.
Filmin konusundan bahsetmeyeceğim. Sleepless in Seattle'ı izlemeyen kalmamıştır diye düşünüyorum çünkü. İzlemediyseniz de izleyin bence. Çocuklukta izlenmese de insanı gülümsetecek bir film çünkü.
Bu filmde Tom Hanks'de Meg Ryan'da çok çok gençti. Ve sanırım Meg Ryan'ı uzun saçlı gördüğüm tek film bu. O doğal güzelliğine ne yapmış bu kadın. Bir de Meg Ryan kollarıyla bacaklarıyla yaptığı geniş sarsak hareketlere rağmen nasıl bu kadar zarif oluyor açıklasın biri bana. Tom Hanks her zaman ki gibi müthişti. Tom Hanks'in oynadığı karakterin oğlu "Jonah Baldwin"i canlandıran Ross Malinger da filmde çok iyiydi. öyle olunca acaba yetişkin hali de öyle midir dedim ama 17 yaşından sonra pek bir yapımda yer almamış.
Son bir not olarak, filmin Türkçe başlığı çok kötü değil mi? Koliyi ilk açıp içinden bu filmi çıkardığımda bir an yanlış filmi gönderdiler sandım. Çok çok kötü başlık seçimi.
28 Haziran 2016 Salı
One Tree Hill Mindset
One Tree Hill derken ilk sezonlarından bahsediyorum. Müzikleri Peyton'un seçtiği günlerden. Sonraki sezonlarda yanlış bir şey olduğundan değil de, sonraki sezonlar sanki gerçek dizinin devamı olan farklı bir dizi gibi.
One Tree Hill soundtracklerine ne kadar aşinasınız bilmiyorum ama ben bir ara kendimi bıktırana kadar onları dinlemiştim. Bütün ergen duygularımla örtüşen şarkılar vardı içinde. İsyan, aşk, özlem ve ergenliğin vazgeçilmezi hüzün.
Bu günlerde nedense zevklerim o günlere geri dönüyor gibi. Filmler, müzikler... hep bir ondokuz yaşına, yirmi yaşların en başına dönüş durumları. İnsan yirmili yaşlarının sonuna bu kadar korkutucu şekilde yaklaşmışken yeniden ergenliğe dönemez herhalde.
Yine de şimdi yaşadığım, zorunluluklara sıkışıp kalmışlık hissi, ergenliğimde önce üniversiteye hazırlanırken sonra üniversitede sevmediğim bir bölüm okurken yaşadığım hislere öylesine yakın ki belki de zevklerimin ergenlik dönemine yaklaşması normal.
Evet evet bu sabah dinlemek için seçtiğim şarkıların tek anlamı bu kapana kısılmışlık hissi olabilir. İşte bana One Tree Hill'i hatırlatan, One Tree Hill mindsetinde olduğuma inandıran o şarkılar
The Fray - How to Save a Life
OneRepublic - I Lived
Boyce Avenue - Fast Car
Plain White T's - Hey There Delilah
Darren Chris - All of Me
Boyce Avenue ft. Carly Rose Sonenclar - Say Something
James Blunt - Goodbye My Lover
Linkin Park - Leave Out All the Rest
The Fray - Never Say Never
The Fray - You Found Me
One Tree Hill soundtracklerine ne kadar aşinasınız bilmiyorum ama ben bir ara kendimi bıktırana kadar onları dinlemiştim. Bütün ergen duygularımla örtüşen şarkılar vardı içinde. İsyan, aşk, özlem ve ergenliğin vazgeçilmezi hüzün.
Bu günlerde nedense zevklerim o günlere geri dönüyor gibi. Filmler, müzikler... hep bir ondokuz yaşına, yirmi yaşların en başına dönüş durumları. İnsan yirmili yaşlarının sonuna bu kadar korkutucu şekilde yaklaşmışken yeniden ergenliğe dönemez herhalde.
Yine de şimdi yaşadığım, zorunluluklara sıkışıp kalmışlık hissi, ergenliğimde önce üniversiteye hazırlanırken sonra üniversitede sevmediğim bir bölüm okurken yaşadığım hislere öylesine yakın ki belki de zevklerimin ergenlik dönemine yaklaşması normal.
Evet evet bu sabah dinlemek için seçtiğim şarkıların tek anlamı bu kapana kısılmışlık hissi olabilir. İşte bana One Tree Hill'i hatırlatan, One Tree Hill mindsetinde olduğuma inandıran o şarkılar
The Fray - How to Save a Life
OneRepublic - I Lived
Boyce Avenue - Fast Car
Plain White T's - Hey There Delilah
Darren Chris - All of Me
Boyce Avenue ft. Carly Rose Sonenclar - Say Something
James Blunt - Goodbye My Lover
Linkin Park - Leave Out All the Rest
The Fray - Never Say Never
The Fray - You Found Me
24 Haziran 2016 Cuma
"Me Before You" Experience the Book and the Movie.
Bu yazı film ve kitap hakkında değilde filmin ve kitabın bana neler yaşattığı/hissettirdiği ile ilgili olacak. Film ve kitap hakkında spoiler dolu bir yazı daha yazacağım sonra ama şimdi değil.
Ben ilk önce fragmanı gördüm. Bir acele d&r'a baktım çünkü çoktan gösterime girmiş dvd'sinin çıkmış olduğunu düşündüm. Yeni çıkan filmleri takip etmediğimden makul bir varsayımdı bence. Ama yanlışmış, film daha gösterime girmemiş bile.
Aklımda bir yer etti bir daha atamadım. Tarihleri tekrar tekrar kontrol eder, fragmanları tekrar tekrar izler oldum. Takıldığım diziye (bknz. Gilmore Girls), filme (bknz. Phantom of the Opera, Pride & Prejudice), kitaba (bknz. Fountainhead, Hobbit) saplantı halinde bağlanmak ilk kez yaptığım birşey değil ama bir fragmana bu kadar takmama bende şaşırdım.
Bu kadarı yine de hoşgörülebilirdi. Ama sonra filmin kitaptan uyarlama olduğunu öğrendim. Kitabı aldım ve birşeyler değişti. Kitabı aldım ve hayati gereksinimler dışında (uyku, yemek, iş) ara vermeden okudum. 24 saat dolmadan kitabı ön kapakta arka kapağa okumuştum.
Kitabı okudum okumasına ama bir yandan da bittim. O kadar çok ağladım ki gözlerim davul gibi oldu. Yüzüm şişti. Son 50 sayfayı okurken o kadar kötüydüm ki 3 defa gidip midemde ne var ne yoksa çıkardım. Kitapta okuduklarım öylesine gerçekti ki benim için üzüntüden fiziksel olarak hasta olmuştum. Belki de fragmanı izlememin de etkisi büyük bunda, çünkü kitabı okurken gözümde canlanan karakterler daha netti bu sayede.
Bu kadarla kalsaydı yine mazur görülebilirdi durumum belki. Ancak sonraki iki gece de kitapla ilgili rüyaların esiriydim. En kötü yanıysa rüyaların aynı kitap gibi tatlı tatlı başlayıp kabusla bitmesiydi. Ve böylece döngü tamamlandı. Bir kitap beni fiziksel ve zihinsel olarak darmadağın etti.
Bu sefer filmi izlemekten korkmaya başladım. Kitaptan bu kadar etkilenince bitirici darbenin filmden gelmesini beklemek doğal bir sonuçtu.
Ama o darbe gelmedi. Filmi sadece birkaç saat önce izledim. Filmin ikinci yarısında iyi ağladım, tamam, ama o kadar. Belki hikayeyi bilmesem çok daha az ağlardım. Filmden sonra yaptığımız sohbetlerde de kitabı okuyan ben ile okumayan arkadaşlarımın filmi algılayışının tamamen farklı yorumladığını olduğunu gördüm.
Film kötü değildi ama gerçekten güzel olabilmesi için izleyicinin Lou'nun içsesini de duyması gerekiyordu zaman zaman. Filmin bir narrator'u olmalıydı be bu narrator Lou olmalıydı. Bence yani.
Etiketler:
book,
film,
Kitap,
me before you,
Movie,
senden önce ben
20 Haziran 2016 Pazartesi
Extremely Loud & Incredibly Close (Çok Gürültülü ve Çok Yakın)
2011'de yapılmış ama filmin ismine her yerde rastlayışımı sadece geçen seneymiş gibi hatırlıyorum. Belki almak istediğim filmler listesine girmesinin ilk sebebi de akılda kalıcı ilginç ismi sayesinde oldu. Filmi inceleme sebebim ismi olsa da, almamın asıl sebebinin Tom Hanks ve Sandra Bullock olduğu şüphe götürmez.
Tom Hanks'in; Forrest Gump, Terminal, You've Got Mail, The Green Mile, Catch Me If You Can, .... diye devam eden her birini ayrı ayrı sevdiğim filmleri var. Bir de Robert Langdon karakterini canlandırdığı Dan Brown kitaplarından uyarlanan seri var tabi.
Sandra Bullock'a gelince ise Two Weeks Notice, Practical Magic, Miss Congeniality, The Blind Side, The Heat, ... diye devam eden bir listem var. Komedi, romatizm, dram hepsinin altından kalkan bir oyuncu bence. Bir de bulaşıcı gülümsemesi var tabi.
Dolayısıyla bu iki oyuncuyu bir araya getiren film otomatik bir güven oyunu hak ediyor benim gözümde.
Filme gelince, hikayeye önce Oscar Schell'i (Thomas Horn) tanıyarak başlıyoruz. Oscar ilk okul çağında, kendine özgü halleri, fobileri, alışkanlıkları ve düşünüş tarzı olan bir çocuk. Çocukların genelinden biraz daha orijinal. Oscar'ı tanırken babası Thomas Schell'i (Tom Hanks) de tanıyoruz bir yandan. Thomas, Oscar'ı anlayan tek insan gibi. Anlattığı hikayeler ve yarattığı maceralarla Thomas ve Oscar arasında özel bir iletişim var.
Ama sonra 11 Eylül geliyor. Thomas yıkılan o binalardan birinde ve hayatını, Oscar'da gerçekten iletişim kurduğu tek insanı kaybediyor.
Zaten eşini kaybetmenin acısıyla yıkılmış olan Linda (Sandra Bullock), Oscar ile iletişim kurmaya çalışıyor ama anne oğul olmalarına rağmen sanki birbirlerinin dilini hiç öğrenmemişler. Oscar'ın yıkımı babasının eşyaları arasında bulduğu bir anahtar ile boyut değiştiriyor. O anahtar babasından kalan son bir hikaye, son bir macera demek. Bu macera sırasında Oscar'ın fobileri ile yüz yüze gelmesini, acı çekmesini, acıyla baş etmesini ve başkalarının hayatlarına dokunmasını görüyoruz. Oscar'ın zorlandığı yerde de devreye, babaannesinin gizli kiracısı giriyor ve Oscar'a macerasında eşlik ediyor.
Ben filmin çoğunda hüngür hüngür ağladım. Filmi beraber izlediğim annem, babam ve kardeşim ise halime gülüp durdu. O kadar da ağlatacak bir film değildi aslında ama gözleri kuru bırakacak bir film de değildi. Film izlerken genelde en az benim kadar ağlayan anneme ise gözlerinin neden kuru kaldığını sordum, o da 11 Eylül üzerinden duygu sömürüsü yapıldığını hissettiğini, bir trajedinin böyle kullanılmasını çok benimseyemediğini söyledi. Ben öyle düşünmedim, hissetmedim ama 11 Eylül evet filmin odağındaydı.
Thomas Horn'un oyunculuğu da çok etkileyiciydi. Canlandırdığı Oscar Schell'i tartışmasız benimsedim ben.
Tom Hanks'in; Forrest Gump, Terminal, You've Got Mail, The Green Mile, Catch Me If You Can, .... diye devam eden her birini ayrı ayrı sevdiğim filmleri var. Bir de Robert Langdon karakterini canlandırdığı Dan Brown kitaplarından uyarlanan seri var tabi.
Sandra Bullock'a gelince ise Two Weeks Notice, Practical Magic, Miss Congeniality, The Blind Side, The Heat, ... diye devam eden bir listem var. Komedi, romatizm, dram hepsinin altından kalkan bir oyuncu bence. Bir de bulaşıcı gülümsemesi var tabi.
Dolayısıyla bu iki oyuncuyu bir araya getiren film otomatik bir güven oyunu hak ediyor benim gözümde.
Filme gelince, hikayeye önce Oscar Schell'i (Thomas Horn) tanıyarak başlıyoruz. Oscar ilk okul çağında, kendine özgü halleri, fobileri, alışkanlıkları ve düşünüş tarzı olan bir çocuk. Çocukların genelinden biraz daha orijinal. Oscar'ı tanırken babası Thomas Schell'i (Tom Hanks) de tanıyoruz bir yandan. Thomas, Oscar'ı anlayan tek insan gibi. Anlattığı hikayeler ve yarattığı maceralarla Thomas ve Oscar arasında özel bir iletişim var.
Ama sonra 11 Eylül geliyor. Thomas yıkılan o binalardan birinde ve hayatını, Oscar'da gerçekten iletişim kurduğu tek insanı kaybediyor.
Zaten eşini kaybetmenin acısıyla yıkılmış olan Linda (Sandra Bullock), Oscar ile iletişim kurmaya çalışıyor ama anne oğul olmalarına rağmen sanki birbirlerinin dilini hiç öğrenmemişler. Oscar'ın yıkımı babasının eşyaları arasında bulduğu bir anahtar ile boyut değiştiriyor. O anahtar babasından kalan son bir hikaye, son bir macera demek. Bu macera sırasında Oscar'ın fobileri ile yüz yüze gelmesini, acı çekmesini, acıyla baş etmesini ve başkalarının hayatlarına dokunmasını görüyoruz. Oscar'ın zorlandığı yerde de devreye, babaannesinin gizli kiracısı giriyor ve Oscar'a macerasında eşlik ediyor.
Ben filmin çoğunda hüngür hüngür ağladım. Filmi beraber izlediğim annem, babam ve kardeşim ise halime gülüp durdu. O kadar da ağlatacak bir film değildi aslında ama gözleri kuru bırakacak bir film de değildi. Film izlerken genelde en az benim kadar ağlayan anneme ise gözlerinin neden kuru kaldığını sordum, o da 11 Eylül üzerinden duygu sömürüsü yapıldığını hissettiğini, bir trajedinin böyle kullanılmasını çok benimseyemediğini söyledi. Ben öyle düşünmedim, hissetmedim ama 11 Eylül evet filmin odağındaydı.
Thomas Horn'un oyunculuğu da çok etkileyiciydi. Canlandırdığı Oscar Schell'i tartışmasız benimsedim ben.
Pazartesi Sendromu ve Pride and Prejudice
Televizyonun karşısına geçtim, anlamsız bir zap maratonundayım. Tek derdim uyumamak. Çünkü uyursam gözümü pazartesi sabahına açacağım. Ki istemiyorum.
Zaplarken Kiralık Aşk'a takıldı kulağım. Duyar duymaz tanıdım Jane Austen'dan Gurur ve Önyargı (Pride and Prejudice) alıntısını. Kolay değil üç defa okudum kitabı, filmi 3 defa sinemada, bilmiyorum kaç defa evde izledim. Avustralya'ya gittim Sydney'de bile izledim. :)
Sanki ilahi bir işaret tam da şu anda kulağıma takılan o alıntı. O zaman bu gece uyumamak için ne yapacağım belli.
Kiralık Aşk'ta Türkçesinin söyledi ama işte alıntının orjinali:
Zaplarken Kiralık Aşk'a takıldı kulağım. Duyar duymaz tanıdım Jane Austen'dan Gurur ve Önyargı (Pride and Prejudice) alıntısını. Kolay değil üç defa okudum kitabı, filmi 3 defa sinemada, bilmiyorum kaç defa evde izledim. Avustralya'ya gittim Sydney'de bile izledim. :)
Sanki ilahi bir işaret tam da şu anda kulağıma takılan o alıntı. O zaman bu gece uyumamak için ne yapacağım belli.
Kiralık Aşk'ta Türkçesinin söyledi ama işte alıntının orjinali:
Mr. Darcy: You must know... surely, you must know it was all
for you. You are too generous to trifle with me. I believe you spoke with my
aunt last night, and it has taught me to hope as I'd scarcely allowed myself
before. If your feelings are still what they were last April, tell me so at
once. My affections and wishes have not changed, but one word from you will
silence me forever. If, however, your feelings have changed, I will have to
tell you: you have bewitched me, body and soul, and I love, I love, I love you.
I never wish to be parted from you from this day on.
14 Haziran 2016 Salı
American Ultra
Taa Twilight günlerinden sevdim Kristen Stewart'ı. Çenesiyle yaptığı, artık fazlasıyla tanıdık, erkeksi mimikleri ile sevdim. Speak'i, The Cake Eaters'ı, Adventureland'i Kristen sayesinde izledim ve hiçbiride de güvenimi boşa çıkarmadı. Jesse Eisinberg ile de Adventureland'de tanıştım.
American Ultra, Jesse ile Kristen'i buluşturan ikinci film. (Üçüncüsü de Woody Allen'ın Cafe Society'si olacak.) Kristen ve Jesse arasındaki uyum bu filmde de kendini hissettiriyor. Kristen'in kendine özgü bir dalga boyunda olduğunu düşünüyorum ben çoğu zaman, onun dalga boyunda takılabilen nadir kişilerden bence Jesse. Belki bunu kendisi de biliyor çünkü film teklifi önce Jesse'ye gitmiş, fikri sorulunca o da co-star olarak Kristen'i önermiş American Ultra için.
Konusuna gelecek olursak, filmimiz ot bağımlısı Mike Howell ile kız arkadaşı Phoebe Larson'ın tatil için Hawaii'ye gitmeye çalışması ile başlıyor. Ama Mike uçağa binemiyor, yaşadığı kasabadan ne zaman uzaklaşamaya çalışsa onu esir alan panik atak yüzünden. Phoebe ile Mike kasabalarına döndükten sonra normal hayatlarında devem edeceklerini sanıyorlar ama yanılıyorlar. Çünkü Mike aslında CIA tarafından bir süper ajan olması için çeşitli deneylere tabii tutulmuş bir denek ve Phoebe de onun handler'ıymış. Ancak deney başarısız olunca Mike hafızası silinip, üzerine bir de kasabadan uzaklaşma fobisi eklenip bu kasabaya bırakılmış.
Oldukça tehlikeli olma potansiyeli olan Mike'ın kasabadan ayrılmaya çalışması CIA dekileri fena kızdırmış olacak ki onu yok etmeye karar vermişler. Film de CIA'den Mike'ı öldürmeye takmış Adrian Yates'in (Topher Grace) ne kadar ileri gittiğini Mike'ında kendisini ve Phoebe'yi nasıl savunduğunu izliyoruz.
Bana göre filmin ilginç tarafı konusu değil. Kendi yeteneklerini bilmeyen biraz şapşal süper ajanlar fikri ile ilk kez karşılaşmıyoruz. bknz Chuck. Ama filmin dilinde, aksiyon sahnelerinde komik olan birşeyler var. İzlememiş birine anlatması biraz zor. Bir çok aksiyon sahnesi olmasına rağmen, ve bunlar iyi aksiyon sahneleri olmasına rağmen bu bir aksiyon filmi değil. Mike'ın yeni hayatında bir stoner olmasından ileri gelen bir hava hakim filme. Mike elinden geldiğince ciddi yapıyor her yaptığını ama ortaya çıkan sonuç gülümsetici bir sonuç. Ne kadar anlatmaya çalışsam boş anlatamıyorum.
Ama bence izlenir bir film. Topher Grace'den nefret etmek için. Jesse ve Kristen'a bu neyin kafası demek için izlenir. Hayat değiştirmez hatta ertesi güne düşündürmez kendini ama bir buçuk iki saat güzel geçer bu filmle.
Son bir not olarak Tom Hale, çok çok çok komik. Ekranda olması yeter birşey yapmasa duruşu güldürüyor.
American Ultra, Jesse ile Kristen'i buluşturan ikinci film. (Üçüncüsü de Woody Allen'ın Cafe Society'si olacak.) Kristen ve Jesse arasındaki uyum bu filmde de kendini hissettiriyor. Kristen'in kendine özgü bir dalga boyunda olduğunu düşünüyorum ben çoğu zaman, onun dalga boyunda takılabilen nadir kişilerden bence Jesse. Belki bunu kendisi de biliyor çünkü film teklifi önce Jesse'ye gitmiş, fikri sorulunca o da co-star olarak Kristen'i önermiş American Ultra için.
Konusuna gelecek olursak, filmimiz ot bağımlısı Mike Howell ile kız arkadaşı Phoebe Larson'ın tatil için Hawaii'ye gitmeye çalışması ile başlıyor. Ama Mike uçağa binemiyor, yaşadığı kasabadan ne zaman uzaklaşamaya çalışsa onu esir alan panik atak yüzünden. Phoebe ile Mike kasabalarına döndükten sonra normal hayatlarında devem edeceklerini sanıyorlar ama yanılıyorlar. Çünkü Mike aslında CIA tarafından bir süper ajan olması için çeşitli deneylere tabii tutulmuş bir denek ve Phoebe de onun handler'ıymış. Ancak deney başarısız olunca Mike hafızası silinip, üzerine bir de kasabadan uzaklaşma fobisi eklenip bu kasabaya bırakılmış.
Oldukça tehlikeli olma potansiyeli olan Mike'ın kasabadan ayrılmaya çalışması CIA dekileri fena kızdırmış olacak ki onu yok etmeye karar vermişler. Film de CIA'den Mike'ı öldürmeye takmış Adrian Yates'in (Topher Grace) ne kadar ileri gittiğini Mike'ında kendisini ve Phoebe'yi nasıl savunduğunu izliyoruz.
Bana göre filmin ilginç tarafı konusu değil. Kendi yeteneklerini bilmeyen biraz şapşal süper ajanlar fikri ile ilk kez karşılaşmıyoruz. bknz Chuck. Ama filmin dilinde, aksiyon sahnelerinde komik olan birşeyler var. İzlememiş birine anlatması biraz zor. Bir çok aksiyon sahnesi olmasına rağmen, ve bunlar iyi aksiyon sahneleri olmasına rağmen bu bir aksiyon filmi değil. Mike'ın yeni hayatında bir stoner olmasından ileri gelen bir hava hakim filme. Mike elinden geldiğince ciddi yapıyor her yaptığını ama ortaya çıkan sonuç gülümsetici bir sonuç. Ne kadar anlatmaya çalışsam boş anlatamıyorum.
Ama bence izlenir bir film. Topher Grace'den nefret etmek için. Jesse ve Kristen'a bu neyin kafası demek için izlenir. Hayat değiştirmez hatta ertesi güne düşündürmez kendini ama bir buçuk iki saat güzel geçer bu filmle.
Son bir not olarak Tom Hale, çok çok çok komik. Ekranda olması yeter birşey yapmasa duruşu güldürüyor.
13 Haziran 2016 Pazartesi
Room
Room'un konusunu anlatmadan önce benim filmle tanışma sürecimden bahsetmek istiyorum.
Room karşıma D&R'ın internet sitesinde boş boş gezinirken çıktı. Sırf kapak resmini beğendiğim için açtım sayfasını. Sonra konusunu okudum. Konusunu okuduktan sonrası bir huzursuz his ki anlatmam mümkün değil. Araba kazasından gözünü ayıramayan insanlar gibi bu sefer imdb'yi açıp ne kadar trailer varsa izledim.
Ama konuyu okuyup , trailer'ı izledikten sonra anladım ki bu filmi izlemem benim psikolojimi altüst etme potansiyeline sahip. Bıraktım bende sipariş listeme eklemedim. Ama fark ettim ki ne zaman D&R'ı açsam aklımın bir köşesinde bu film.
En sonunda Çarşamba günü son finallerimden sonra perşembe günü kendime tatil hediyesi vermek üzere D&R'ı açtım ne zaman karar verdim anlamadan bu filmde sipariş listemde yerini almıştı. Tamamen farklı biçimlerde de olsa daha izlemeden aklımı böylesine meşgul eden iki film oldu böylece Me Before You ve Room. Filmler için aşırı heyecanlanan bir tip olmadığımdan bu durum benim için gerçekten çok garip. Cuma günü siparişim geldi bende hemen Cuma günü gecikmeden izledim filmi. Artık bundan sonrası filmin konusu ve benim izlenimlerim.
Room, 17 yaşındayken kaçırılan ve hapsedilen Joy'un (Brie Larson)(Daha sonra Jack için Ma oluyor), saldırganından çocuk sahibi olmasının ardından oğlu Jack (Jacob Tremblay) ile hapsedildiği 3 metre kare odadaki yaşamlarından bir kesit ile başlıyor. Filmin ilk yarısında Jack'in 5. doğum gününü, Oda'da geçen nispeten daha iyi günleri, çok çok kötü günleri, Ma'nın Jack'i odadan kurtarmaya karar verdiği anı ve kaçma planlarını görüyoruz. En çok içimi burkan ise kaçmaya karar veren Ma'nın dünyayı sadece televizyondan tanıyan Jack'e televizyonda gördüklerinin gerçekten var olduğunu anlatmaya çalışması. Yaprakların gerçekten var olduğunu bilmeyen bir çocuk, yazarken dahi mideme kramplar giriyor. Jack inandıktan sonraki kaçma hazırlıklarına ise hiç girmeyeceğim. Ben hatırlamak istemiyorum, gerçekmiş gibi üzüyor beni.
Filmin ikinci kısmı ise Jack'in kaçışı ve Ma'nın polisler tarafından kurtarılışı ile devam ediyor. Bana göreyse asıl zorluk gerçek dünyaya adaptasyon süreci ile başlıyor. İlk başta zorlanan Jack gibi görünse de asıl parçalanan Joy oluyor. Sanırım hayatının son 7 yılını kaçmaya ve çocuğunu kötü adamdan korumaya odaklanarak geçirdikten sonra gerçek hayata alışamamak doğal. Sonunda Joy'u da toparlanma yolunda görüyoruz ama süreç zor oluyor. Açıkçası daha mutlu bir ikinci yarı beklemiştim. Gördüğüm resimler ve fragmanlar bana öyle bir umut vermişti. Ma ve Jack arasındaki dinamik dışarıda da aynen devam eder, dünyayı Jack ilk kez, Joy yeniden keşfederken beraber mutlu olurlar demiştim. Ama bu film yapılırken pembe gözlükler bir kenara konmuş ve gerçekçilik üzerinde durulmuş sanıyorum.
Emma Donoghue'nun yazdığı kitaptan uyarlanan filmde, kitabın senaryoya uyarlanması işini de Emma Donoghue yapmış. Bu benim oldukça takdir ettiğim bir durum çünkü filmin kitaba sadık olmasının tek yolu bu gibime geliyor.
Sonuç olarak film mutlaka izlenmesi gereken (ruhunuz kaldırırsa) ama bir yandan da oldukça kalp kıran bir film. Belki sadece film olsa, gerçekte yaşanmıyor olsa bunlar üzülürüz filmi izleyince geçer gider. Ama asıl üzücü olan bunların gerçeklen oluyor olması, dahası hepsi Jack ve Joy gibi kurtulamıyor da.
Jack'in biyolojik olarak o canavarın da çocuğu olduğuna hiç değinmiyorum. Düşünmüyorum. Her ne kadar dedesi bile onu canavarın çocuğu olarak görmekten kendini almasa da, bana göre Jack sadece Joy'un çocuğu.
Room karşıma D&R'ın internet sitesinde boş boş gezinirken çıktı. Sırf kapak resmini beğendiğim için açtım sayfasını. Sonra konusunu okudum. Konusunu okuduktan sonrası bir huzursuz his ki anlatmam mümkün değil. Araba kazasından gözünü ayıramayan insanlar gibi bu sefer imdb'yi açıp ne kadar trailer varsa izledim.
Ama konuyu okuyup , trailer'ı izledikten sonra anladım ki bu filmi izlemem benim psikolojimi altüst etme potansiyeline sahip. Bıraktım bende sipariş listeme eklemedim. Ama fark ettim ki ne zaman D&R'ı açsam aklımın bir köşesinde bu film.
En sonunda Çarşamba günü son finallerimden sonra perşembe günü kendime tatil hediyesi vermek üzere D&R'ı açtım ne zaman karar verdim anlamadan bu filmde sipariş listemde yerini almıştı. Tamamen farklı biçimlerde de olsa daha izlemeden aklımı böylesine meşgul eden iki film oldu böylece Me Before You ve Room. Filmler için aşırı heyecanlanan bir tip olmadığımdan bu durum benim için gerçekten çok garip. Cuma günü siparişim geldi bende hemen Cuma günü gecikmeden izledim filmi. Artık bundan sonrası filmin konusu ve benim izlenimlerim.
Room, 17 yaşındayken kaçırılan ve hapsedilen Joy'un (Brie Larson)(Daha sonra Jack için Ma oluyor), saldırganından çocuk sahibi olmasının ardından oğlu Jack (Jacob Tremblay) ile hapsedildiği 3 metre kare odadaki yaşamlarından bir kesit ile başlıyor. Filmin ilk yarısında Jack'in 5. doğum gününü, Oda'da geçen nispeten daha iyi günleri, çok çok kötü günleri, Ma'nın Jack'i odadan kurtarmaya karar verdiği anı ve kaçma planlarını görüyoruz. En çok içimi burkan ise kaçmaya karar veren Ma'nın dünyayı sadece televizyondan tanıyan Jack'e televizyonda gördüklerinin gerçekten var olduğunu anlatmaya çalışması. Yaprakların gerçekten var olduğunu bilmeyen bir çocuk, yazarken dahi mideme kramplar giriyor. Jack inandıktan sonraki kaçma hazırlıklarına ise hiç girmeyeceğim. Ben hatırlamak istemiyorum, gerçekmiş gibi üzüyor beni.
Filmin ikinci kısmı ise Jack'in kaçışı ve Ma'nın polisler tarafından kurtarılışı ile devam ediyor. Bana göreyse asıl zorluk gerçek dünyaya adaptasyon süreci ile başlıyor. İlk başta zorlanan Jack gibi görünse de asıl parçalanan Joy oluyor. Sanırım hayatının son 7 yılını kaçmaya ve çocuğunu kötü adamdan korumaya odaklanarak geçirdikten sonra gerçek hayata alışamamak doğal. Sonunda Joy'u da toparlanma yolunda görüyoruz ama süreç zor oluyor. Açıkçası daha mutlu bir ikinci yarı beklemiştim. Gördüğüm resimler ve fragmanlar bana öyle bir umut vermişti. Ma ve Jack arasındaki dinamik dışarıda da aynen devam eder, dünyayı Jack ilk kez, Joy yeniden keşfederken beraber mutlu olurlar demiştim. Ama bu film yapılırken pembe gözlükler bir kenara konmuş ve gerçekçilik üzerinde durulmuş sanıyorum.
Emma Donoghue'nun yazdığı kitaptan uyarlanan filmde, kitabın senaryoya uyarlanması işini de Emma Donoghue yapmış. Bu benim oldukça takdir ettiğim bir durum çünkü filmin kitaba sadık olmasının tek yolu bu gibime geliyor.
Sonuç olarak film mutlaka izlenmesi gereken (ruhunuz kaldırırsa) ama bir yandan da oldukça kalp kıran bir film. Belki sadece film olsa, gerçekte yaşanmıyor olsa bunlar üzülürüz filmi izleyince geçer gider. Ama asıl üzücü olan bunların gerçeklen oluyor olması, dahası hepsi Jack ve Joy gibi kurtulamıyor da.
Jack'in biyolojik olarak o canavarın da çocuğu olduğuna hiç değinmiyorum. Düşünmüyorum. Her ne kadar dedesi bile onu canavarın çocuğu olarak görmekten kendini almasa da, bana göre Jack sadece Joy'un çocuğu.
11 Haziran 2016 Cumartesi
Larry Crowne
İşin doğrusu filmi alırken konusunu dahi okumadım ben. Tom Hanks ve Julia Roberts'ın isimlerini gördüm ve aldım. Dün işten gelip migren ile başetmeye çalışırken filmlere söyle bir baktım. elim aklım bu filme kaydı. ne beklediğimi bile bilmeden izlemeye başladım filmi. ve ne olduğunu anlamadan filmin içindeydim.
Genel olarak filmin konusundan bahsetmek gerekirse Tom Hanks 20 yılını Navy'de aşçı olarak geçirdikten sonra son yıllarda süper markette çalışan, iş küçük de olsa hayatından memnun Larry Crowne'u canlandırıyor. Olaylar Larry'nin üniversite mezunu olmadığı bahanesiyle işten çıkarılması ile başlıyor. Aradığı işi bir türlü bulamayan evinin mortgage'ını ödemekte zorlanan Larry çareyi üniversitede iki derse kaydolmakta buluyor. Ve bilin bakalım üniversite de aldığı iki dersten birinin hocası kim? Gülünce içimi ısıtan Julia Roberts'ın canlandırdığı Mercedes Tainot tabi ki! Larry'nin hayatı üniversiye girişiyle hayatı değişiyor ama bunun asıl mimarı Mrs. Tainot'tan ziyade Gugu Mbatha-Raw tarafından canlandırılan Talia oluyor. Talia Larry'yi kanatları altına alıp ona yeni bir motosiklet klübü, saç kesimi, kıyafetler ve dekorasyon veriyor.
Tom Hanks iletişim konusunda biraz tutuk kalabilen, iyi, biraz awkward Larry Crowne rolü ile gülümsetiyor. Zaten Tom Hanks'in oynadığı ve sevmediğim bir rol hatırlayamıyorum.
Julia Roberts film boyunca bize sadece romantik rollerin değil komik rollerinde oyuncusu olduğunu hatırlatıyor. İşin romantik kısmına geldiğimizde ise tekrar tekrar Julia Roberts bana öyle bakıp gülümsese köprüden atla dese atlayabilirim diye düşündüm. bu Notting Hill'de de böyleydi 12 yıl sonra gelen Larry Crowne da da böyle.
Tanıdık yardımcı oyuncuları da Larry Crowne da görmek mümkün, Wilmer Valderrama, Bryan Cranston ve Taraji P. Henson fimde bana tanıdık gelen yardımcı oyuncular.
Sonuç olarak Larry Crowne güzeldi. Beni mutlu etti. Tam da çok ihtiyacım olduğunu düşündüğüm şu günlerde benim de bir Talia'm olsa dedirtti. Bir de keşke Larry kadar cesur olabilsem. Yani film de Larry küllerinden öyle bir doğdu ki sanırım bu dönem benim en çok isteyip başaramadığım şeyi o başardı. Bravo Larry!
Genel olarak filmin konusundan bahsetmek gerekirse Tom Hanks 20 yılını Navy'de aşçı olarak geçirdikten sonra son yıllarda süper markette çalışan, iş küçük de olsa hayatından memnun Larry Crowne'u canlandırıyor. Olaylar Larry'nin üniversite mezunu olmadığı bahanesiyle işten çıkarılması ile başlıyor. Aradığı işi bir türlü bulamayan evinin mortgage'ını ödemekte zorlanan Larry çareyi üniversitede iki derse kaydolmakta buluyor. Ve bilin bakalım üniversite de aldığı iki dersten birinin hocası kim? Gülünce içimi ısıtan Julia Roberts'ın canlandırdığı Mercedes Tainot tabi ki! Larry'nin hayatı üniversiye girişiyle hayatı değişiyor ama bunun asıl mimarı Mrs. Tainot'tan ziyade Gugu Mbatha-Raw tarafından canlandırılan Talia oluyor. Talia Larry'yi kanatları altına alıp ona yeni bir motosiklet klübü, saç kesimi, kıyafetler ve dekorasyon veriyor.
Tom Hanks iletişim konusunda biraz tutuk kalabilen, iyi, biraz awkward Larry Crowne rolü ile gülümsetiyor. Zaten Tom Hanks'in oynadığı ve sevmediğim bir rol hatırlayamıyorum.
Julia Roberts film boyunca bize sadece romantik rollerin değil komik rollerinde oyuncusu olduğunu hatırlatıyor. İşin romantik kısmına geldiğimizde ise tekrar tekrar Julia Roberts bana öyle bakıp gülümsese köprüden atla dese atlayabilirim diye düşündüm. bu Notting Hill'de de böyleydi 12 yıl sonra gelen Larry Crowne da da böyle.
Tanıdık yardımcı oyuncuları da Larry Crowne da görmek mümkün, Wilmer Valderrama, Bryan Cranston ve Taraji P. Henson fimde bana tanıdık gelen yardımcı oyuncular.
Sonuç olarak Larry Crowne güzeldi. Beni mutlu etti. Tam da çok ihtiyacım olduğunu düşündüğüm şu günlerde benim de bir Talia'm olsa dedirtti. Bir de keşke Larry kadar cesur olabilsem. Yani film de Larry küllerinden öyle bir doğdu ki sanırım bu dönem benim en çok isteyip başaramadığım şeyi o başardı. Bravo Larry!
Geri Dönüş with Movies
Bloga herhangi bir şey yazmayalı o kadar uzun zaman geçti ki içimden birden yazmak gelince kendim bile şaşırdım. Dahası yazmak istediğim konunun son zamanlardan izlediğim filmler olması daha da şaşırtıcı geldi.
Daha önce izlediğim filmlerle ilgili yazı yazdım ama işin doğrusu ben daha çok dizi insanıyımdır. Özellikle kendi başımayken film izlediğim oldukça nadirdir. Boş vaktim olduğunda kitapları, dizileri hatta oyunları filmlere tercih ederim. Oturum film izlemem çoğunlukla arkadaşlar veya aile bir araya toplanınca olur.
Ama finallerim bitti ve ben son finalimin akşamı ve sonraki iki akşam işten gelince oturup film izledim. herhalde me before you'nun Türkiye'ye gelmesini büyük heyecanla beklediğimden olacak film izlemek bu ara aklımın bir köşesindeydi hep.
Bu sabahta dedim ki kendi kendime, madem sürpriz bir şekilde film izlemeye başladın bari bir film günlüğü tut. Yakın zamanda izlediğim filmleri toplamaya başladım bir araya ama birden içime kötü bir his doldu. Eğer film günlüğü tutmaya başlarsam birden film izlemeyi bırakırmışım gibi geldi. Ki ben kendimi biliyorum, büyük bir ihtimal bu. Sonra ya günlük tutmasam da bloğa yazsam dedim. Kötü hissin gelmesini bekledim, ama baktım kötü bir his yok. Yakın zamanda izlediğim filmlerden bazıları yan gördükleriniz, önce onlar hakkında yazmayı planlıyorum sonrası kısmet artık.
Ama olur da film izlemeye devam edersem izlemeyi planladığım diğer filmler sağdaki resimde olanlar. Aslında "aşkın formülü yok" ve "portakallar"ı daha önce yarım yalamalak da olsa izledim, sevdim. Baştan sona yeniden izlemek istediğimden aldım ama bir türlü vakti yaratamadım ama bundan sonrası için umutluyum. bakalım.
Daha önce izlediğim filmlerle ilgili yazı yazdım ama işin doğrusu ben daha çok dizi insanıyımdır. Özellikle kendi başımayken film izlediğim oldukça nadirdir. Boş vaktim olduğunda kitapları, dizileri hatta oyunları filmlere tercih ederim. Oturum film izlemem çoğunlukla arkadaşlar veya aile bir araya toplanınca olur.
Ama finallerim bitti ve ben son finalimin akşamı ve sonraki iki akşam işten gelince oturup film izledim. herhalde me before you'nun Türkiye'ye gelmesini büyük heyecanla beklediğimden olacak film izlemek bu ara aklımın bir köşesindeydi hep.
Bu sabahta dedim ki kendi kendime, madem sürpriz bir şekilde film izlemeye başladın bari bir film günlüğü tut. Yakın zamanda izlediğim filmleri toplamaya başladım bir araya ama birden içime kötü bir his doldu. Eğer film günlüğü tutmaya başlarsam birden film izlemeyi bırakırmışım gibi geldi. Ki ben kendimi biliyorum, büyük bir ihtimal bu. Sonra ya günlük tutmasam da bloğa yazsam dedim. Kötü hissin gelmesini bekledim, ama baktım kötü bir his yok. Yakın zamanda izlediğim filmlerden bazıları yan gördükleriniz, önce onlar hakkında yazmayı planlıyorum sonrası kısmet artık.
Ama olur da film izlemeye devam edersem izlemeyi planladığım diğer filmler sağdaki resimde olanlar. Aslında "aşkın formülü yok" ve "portakallar"ı daha önce yarım yalamalak da olsa izledim, sevdim. Baştan sona yeniden izlemek istediğimden aldım ama bir türlü vakti yaratamadım ama bundan sonrası için umutluyum. bakalım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)