28 Haziran 2016 Salı

One Tree Hill Mindset

One Tree Hill derken ilk sezonlarından bahsediyorum. Müzikleri Peyton'un seçtiği günlerden. Sonraki sezonlarda yanlış bir şey olduğundan değil de, sonraki sezonlar sanki gerçek dizinin devamı olan farklı bir dizi gibi.

One Tree Hill soundtracklerine ne kadar aşinasınız bilmiyorum ama ben bir ara kendimi bıktırana kadar onları dinlemiştim. Bütün ergen duygularımla örtüşen şarkılar vardı içinde. İsyan, aşk, özlem ve ergenliğin vazgeçilmezi hüzün. 

Bu günlerde nedense zevklerim o günlere geri dönüyor gibi. Filmler, müzikler... hep bir ondokuz yaşına, yirmi yaşların en başına dönüş durumları. İnsan yirmili yaşlarının sonuna bu kadar korkutucu şekilde yaklaşmışken yeniden ergenliğe dönemez herhalde. 

Yine de şimdi yaşadığım, zorunluluklara sıkışıp kalmışlık hissi, ergenliğimde önce üniversiteye hazırlanırken sonra üniversitede sevmediğim bir bölüm okurken yaşadığım hislere öylesine yakın ki belki de zevklerimin ergenlik dönemine yaklaşması normal.

Evet evet bu sabah dinlemek için seçtiğim şarkıların tek anlamı bu kapana kısılmışlık hissi olabilir. İşte bana One Tree Hill'i hatırlatan, One Tree Hill mindsetinde olduğuma inandıran o şarkılar

The Fray - How to Save a Life 



OneRepublic - I Lived
Boyce Avenue - Fast Car
Plain White T's - Hey There Delilah
Darren Chris - All of Me
Boyce Avenue ft. Carly Rose Sonenclar - Say Something
James Blunt - Goodbye My Lover
Linkin Park - Leave Out All the Rest
The Fray - Never Say Never
The Fray - You Found Me

24 Haziran 2016 Cuma

"Me Before You" Experience the Book and the Movie.

Bu yazı film ve kitap hakkında değilde filmin ve kitabın  bana neler yaşattığı/hissettirdiği ile ilgili olacak. Film ve kitap hakkında spoiler dolu  bir yazı daha yazacağım sonra ama şimdi değil.

Ben ilk önce fragmanı gördüm. Bir acele d&r'a baktım çünkü çoktan gösterime girmiş dvd'sinin çıkmış olduğunu düşündüm. Yeni çıkan filmleri takip etmediğimden makul bir  varsayımdı bence. Ama yanlışmış, film daha gösterime girmemiş bile. 

Aklımda bir yer etti bir daha atamadım. Tarihleri tekrar tekrar kontrol eder, fragmanları tekrar tekrar izler oldum. Takıldığım diziye (bknz. Gilmore Girls), filme (bknz. Phantom of the Opera, Pride & Prejudice), kitaba  (bknz. Fountainhead, Hobbit) saplantı halinde bağlanmak ilk kez yaptığım birşey değil ama bir fragmana bu kadar takmama bende şaşırdım.

Bu kadarı yine de hoşgörülebilirdi. Ama sonra filmin kitaptan uyarlama olduğunu öğrendim. Kitabı aldım ve birşeyler değişti. Kitabı aldım ve hayati gereksinimler dışında (uyku, yemek, iş) ara vermeden okudum. 24 saat dolmadan kitabı ön kapakta arka kapağa okumuştum.

Kitabı okudum okumasına ama bir yandan da bittim. O kadar çok ağladım ki gözlerim davul gibi oldu. Yüzüm şişti. Son 50 sayfayı okurken o kadar kötüydüm ki 3 defa gidip midemde ne var ne yoksa çıkardım. Kitapta okuduklarım öylesine gerçekti ki benim için üzüntüden fiziksel olarak hasta olmuştum. Belki de fragmanı izlememin de etkisi büyük bunda, çünkü kitabı okurken gözümde canlanan karakterler daha netti bu sayede. 

Bu kadarla kalsaydı yine mazur görülebilirdi durumum belki. Ancak sonraki iki gece de kitapla ilgili rüyaların esiriydim. En kötü yanıysa rüyaların aynı kitap gibi tatlı tatlı başlayıp kabusla bitmesiydi. Ve böylece döngü tamamlandı. Bir kitap beni fiziksel ve zihinsel olarak darmadağın etti. 

Bu sefer filmi izlemekten korkmaya başladım. Kitaptan bu kadar etkilenince bitirici darbenin filmden gelmesini beklemek doğal bir sonuçtu.

Ama o darbe gelmedi. Filmi sadece birkaç saat önce izledim. Filmin ikinci yarısında iyi ağladım, tamam, ama o kadar. Belki hikayeyi bilmesem çok daha az ağlardım. Filmden sonra yaptığımız sohbetlerde de kitabı okuyan ben ile okumayan arkadaşlarımın filmi algılayışının tamamen farklı yorumladığını olduğunu gördüm. 

Film kötü değildi ama gerçekten güzel olabilmesi için izleyicinin Lou'nun içsesini de duyması gerekiyordu zaman zaman. Filmin bir narrator'u olmalıydı be bu narrator Lou olmalıydı.     Bence yani.

20 Haziran 2016 Pazartesi

Extremely Loud & Incredibly Close (Çok Gürültülü ve Çok Yakın)

2011'de yapılmış ama filmin ismine her yerde rastlayışımı sadece geçen seneymiş gibi hatırlıyorum. Belki almak istediğim  filmler listesine girmesinin ilk sebebi de akılda kalıcı ilginç ismi sayesinde oldu. Filmi inceleme sebebim ismi olsa da, almamın asıl sebebinin Tom Hanks ve Sandra Bullock olduğu şüphe götürmez.



Tom Hanks'in; Forrest Gump, Terminal, You've Got Mail, The Green Mile, Catch Me If You Can, .... diye devam eden her birini ayrı ayrı sevdiğim filmleri var. Bir de Robert Langdon karakterini canlandırdığı Dan Brown kitaplarından uyarlanan seri var tabi.






Sandra Bullock'a gelince ise Two Weeks Notice, Practical Magic, Miss Congeniality, The Blind Side, The Heat, ... diye devam eden bir listem var. Komedi, romatizm, dram hepsinin altından kalkan bir oyuncu bence. Bir de bulaşıcı gülümsemesi var tabi.

Dolayısıyla bu iki oyuncuyu bir araya getiren film otomatik bir güven oyunu hak ediyor benim gözümde.

Filme gelince, hikayeye önce Oscar Schell'i (Thomas Horn) tanıyarak başlıyoruz. Oscar ilk okul çağında, kendine özgü halleri, fobileri, alışkanlıkları ve düşünüş tarzı olan bir çocuk. Çocukların genelinden biraz daha orijinal. Oscar'ı tanırken babası Thomas Schell'i (Tom Hanks) de tanıyoruz bir yandan. Thomas, Oscar'ı anlayan tek insan gibi. Anlattığı hikayeler ve yarattığı maceralarla Thomas ve Oscar arasında özel bir iletişim var. 

Ama sonra 11 Eylül geliyor. Thomas yıkılan o binalardan birinde ve hayatını, Oscar'da gerçekten iletişim kurduğu tek insanı kaybediyor.

Zaten eşini kaybetmenin acısıyla yıkılmış olan Linda (Sandra Bullock), Oscar ile iletişim kurmaya çalışıyor ama anne oğul olmalarına rağmen sanki birbirlerinin dilini hiç öğrenmemişler. Oscar'ın yıkımı babasının eşyaları arasında bulduğu bir anahtar ile boyut değiştiriyor. O anahtar babasından kalan son bir hikaye, son bir macera demek. Bu macera sırasında Oscar'ın fobileri ile yüz yüze gelmesini, acı çekmesini, acıyla baş etmesini ve başkalarının hayatlarına dokunmasını görüyoruz. Oscar'ın zorlandığı yerde de devreye, babaannesinin gizli kiracısı giriyor ve Oscar'a macerasında eşlik ediyor.

Ben filmin çoğunda hüngür hüngür ağladım. Filmi beraber izlediğim annem, babam ve kardeşim ise halime gülüp durdu. O kadar da ağlatacak bir film değildi aslında ama gözleri kuru bırakacak bir film de değildi. Film izlerken genelde en az benim kadar ağlayan anneme ise gözlerinin neden kuru kaldığını sordum, o da 11 Eylül üzerinden duygu sömürüsü yapıldığını hissettiğini, bir trajedinin böyle kullanılmasını çok benimseyemediğini söyledi. Ben öyle düşünmedim, hissetmedim ama 11 Eylül evet filmin odağındaydı.

Thomas Horn'un oyunculuğu da çok etkileyiciydi. Canlandırdığı Oscar Schell'i tartışmasız benimsedim ben.

Pazartesi Sendromu ve Pride and Prejudice

Televizyonun karşısına geçtim, anlamsız bir zap maratonundayım. Tek derdim uyumamak. Çünkü uyursam gözümü pazartesi sabahına açacağım. Ki istemiyorum.

Zaplarken Kiralık Aşk'a takıldı kulağım. Duyar duymaz tanıdım Jane Austen'dan Gurur ve Önyargı (Pride and Prejudice) alıntısını. Kolay değil üç defa okudum kitabı, filmi 3 defa sinemada, bilmiyorum kaç defa evde izledim. Avustralya'ya gittim Sydney'de bile izledim. :)

Sanki ilahi bir işaret tam da şu anda kulağıma takılan o alıntı. O zaman bu gece uyumamak için ne yapacağım belli.

Kiralık Aşk'ta Türkçesinin söyledi ama işte alıntının orjinali:


Mr. Darcy: You must know... surely, you must know it was all for you. You are too generous to trifle with me. I believe you spoke with my aunt last night, and it has taught me to hope as I'd scarcely allowed myself before. If your feelings are still what they were last April, tell me so at once. My affections and wishes have not changed, but one word from you will silence me forever. If, however, your feelings have changed, I will have to tell you: you have bewitched me, body and soul, and I love, I love, I love you. I never wish to be parted from you from this day on.


14 Haziran 2016 Salı

American Ultra

Taa Twilight günlerinden sevdim Kristen Stewart'ı. Çenesiyle yaptığı, artık fazlasıyla tanıdık, erkeksi mimikleri ile sevdim. Speak'i, The Cake Eaters'ı, Adventureland'i Kristen sayesinde izledim ve hiçbiride de güvenimi boşa çıkarmadı. Jesse Eisinberg ile de Adventureland'de tanıştım.

American Ultra, Jesse ile Kristen'i buluşturan ikinci film. (Üçüncüsü de Woody Allen'ın Cafe Society'si olacak.) Kristen ve Jesse arasındaki uyum bu filmde de kendini hissettiriyor. Kristen'in kendine özgü bir dalga boyunda olduğunu düşünüyorum ben çoğu zaman, onun dalga boyunda takılabilen nadir kişilerden bence Jesse. Belki bunu kendisi de biliyor çünkü film teklifi önce Jesse'ye gitmiş, fikri sorulunca o da co-star olarak Kristen'i önermiş American Ultra için.

Konusuna gelecek olursak, filmimiz ot bağımlısı Mike Howell ile kız arkadaşı Phoebe Larson'ın tatil için Hawaii'ye gitmeye çalışması ile başlıyor. Ama Mike uçağa binemiyor, yaşadığı kasabadan ne zaman uzaklaşamaya çalışsa onu esir alan panik atak yüzünden. Phoebe ile Mike kasabalarına döndükten sonra normal hayatlarında devem edeceklerini sanıyorlar ama yanılıyorlar. Çünkü Mike aslında CIA tarafından bir süper ajan olması için çeşitli deneylere tabii tutulmuş bir denek ve Phoebe de onun handler'ıymış. Ancak deney başarısız olunca Mike hafızası silinip, üzerine bir de kasabadan uzaklaşma fobisi eklenip bu kasabaya bırakılmış. 

Oldukça tehlikeli olma potansiyeli olan Mike'ın kasabadan ayrılmaya çalışması CIA dekileri fena kızdırmış olacak ki onu yok etmeye karar vermişler. Film de  CIA'den Mike'ı öldürmeye takmış Adrian Yates'in (Topher Grace) ne kadar ileri gittiğini Mike'ında kendisini ve Phoebe'yi nasıl savunduğunu izliyoruz.

Bana göre filmin ilginç tarafı konusu değil. Kendi yeteneklerini bilmeyen biraz şapşal süper ajanlar fikri ile ilk kez karşılaşmıyoruz. bknz Chuck. Ama filmin dilinde, aksiyon sahnelerinde komik olan birşeyler var. İzlememiş birine anlatması biraz zor. Bir çok aksiyon sahnesi olmasına rağmen, ve bunlar iyi aksiyon sahneleri olmasına rağmen bu bir aksiyon filmi değil. Mike'ın yeni hayatında bir stoner olmasından ileri gelen bir hava hakim filme. Mike elinden geldiğince ciddi yapıyor her yaptığını ama ortaya çıkan sonuç gülümsetici bir sonuç. Ne kadar anlatmaya çalışsam boş anlatamıyorum.

Ama bence izlenir bir film. Topher Grace'den nefret etmek için. Jesse ve Kristen'a bu neyin kafası demek için izlenir. Hayat değiştirmez hatta ertesi güne düşündürmez kendini ama bir buçuk iki saat güzel geçer bu filmle.

Son bir not olarak Tom Hale, çok çok çok komik. Ekranda olması yeter birşey yapmasa duruşu güldürüyor.

13 Haziran 2016 Pazartesi

Room

Room'un konusunu anlatmadan önce benim filmle tanışma sürecimden bahsetmek istiyorum.

Room karşıma D&R'ın internet sitesinde boş boş gezinirken çıktı. Sırf kapak resmini beğendiğim için açtım sayfasını. Sonra konusunu okudum. Konusunu okuduktan sonrası bir huzursuz his ki anlatmam mümkün değil. Araba kazasından gözünü ayıramayan insanlar gibi bu sefer imdb'yi açıp ne kadar trailer varsa izledim.

Ama konuyu okuyup , trailer'ı izledikten sonra anladım ki bu filmi izlemem benim psikolojimi altüst etme potansiyeline sahip. Bıraktım bende sipariş listeme eklemedim. Ama fark ettim ki ne zaman D&R'ı açsam aklımın bir köşesinde bu film.

En sonunda Çarşamba günü son finallerimden sonra perşembe günü kendime tatil hediyesi vermek üzere D&R'ı açtım ne zaman karar verdim anlamadan bu filmde sipariş listemde yerini almıştı. Tamamen farklı biçimlerde de olsa daha izlemeden aklımı böylesine meşgul eden iki film oldu böylece Me Before You ve Room. Filmler için aşırı heyecanlanan bir tip olmadığımdan bu durum benim için gerçekten çok garip. Cuma günü siparişim geldi bende hemen Cuma günü gecikmeden izledim filmi. Artık bundan sonrası filmin konusu ve benim izlenimlerim.

Room, 17 yaşındayken kaçırılan ve hapsedilen Joy'un (Brie Larson)(Daha sonra Jack için Ma oluyor), saldırganından çocuk sahibi olmasının ardından oğlu Jack (Jacob Tremblay) ile hapsedildiği 3 metre kare odadaki yaşamlarından bir kesit ile başlıyor. Filmin ilk yarısında Jack'in 5. doğum gününü, Oda'da geçen nispeten daha iyi günleri, çok çok kötü günleri, Ma'nın Jack'i odadan kurtarmaya karar verdiği anı ve kaçma planlarını görüyoruz. En çok içimi burkan ise kaçmaya karar veren Ma'nın dünyayı sadece televizyondan tanıyan Jack'e televizyonda gördüklerinin gerçekten var olduğunu anlatmaya çalışması. Yaprakların gerçekten var olduğunu bilmeyen bir çocuk, yazarken dahi mideme kramplar giriyor. Jack inandıktan sonraki kaçma hazırlıklarına ise hiç girmeyeceğim. Ben hatırlamak istemiyorum, gerçekmiş gibi üzüyor beni.


Filmin ikinci kısmı ise Jack'in kaçışı ve Ma'nın polisler tarafından kurtarılışı ile devam ediyor. Bana göreyse asıl zorluk gerçek dünyaya adaptasyon süreci ile başlıyor. İlk başta zorlanan Jack gibi görünse de asıl parçalanan Joy oluyor. Sanırım hayatının son 7 yılını kaçmaya ve çocuğunu kötü adamdan korumaya odaklanarak geçirdikten sonra gerçek hayata alışamamak doğal. Sonunda Joy'u da toparlanma yolunda görüyoruz ama süreç zor oluyor. Açıkçası daha mutlu bir ikinci yarı beklemiştim. Gördüğüm resimler ve fragmanlar bana öyle bir umut vermişti. Ma ve Jack arasındaki dinamik dışarıda da  aynen devam eder, dünyayı Jack ilk kez, Joy yeniden keşfederken beraber mutlu olurlar demiştim. Ama bu film yapılırken pembe gözlükler bir kenara konmuş ve gerçekçilik üzerinde durulmuş sanıyorum.

Emma Donoghue'nun yazdığı kitaptan uyarlanan filmde, kitabın senaryoya uyarlanması işini de Emma Donoghue yapmış. Bu benim oldukça takdir ettiğim bir durum çünkü filmin kitaba sadık olmasının tek yolu bu gibime geliyor.

Sonuç olarak film mutlaka izlenmesi gereken (ruhunuz kaldırırsa) ama bir yandan da oldukça kalp kıran bir film. Belki sadece film olsa, gerçekte yaşanmıyor olsa bunlar üzülürüz filmi izleyince geçer gider. Ama asıl üzücü olan bunların gerçeklen oluyor olması, dahası hepsi Jack ve Joy gibi kurtulamıyor da.

Jack'in biyolojik olarak o canavarın da çocuğu olduğuna hiç değinmiyorum. Düşünmüyorum. Her ne kadar dedesi bile onu canavarın çocuğu olarak görmekten kendini almasa da, bana göre Jack sadece Joy'un çocuğu. 

11 Haziran 2016 Cumartesi

Larry Crowne

İşin doğrusu filmi alırken konusunu dahi okumadım ben. Tom Hanks ve Julia Roberts'ın isimlerini gördüm ve aldım. Dün işten gelip migren ile başetmeye çalışırken  filmlere söyle bir baktım. elim aklım bu filme kaydı. ne beklediğimi bile bilmeden izlemeye başladım filmi. ve ne olduğunu anlamadan filmin içindeydim.

Genel olarak filmin konusundan bahsetmek gerekirse Tom Hanks 20 yılını Navy'de aşçı olarak geçirdikten sonra son yıllarda süper markette çalışan, iş küçük de olsa hayatından memnun Larry Crowne'u canlandırıyor. Olaylar Larry'nin üniversite mezunu olmadığı bahanesiyle işten çıkarılması ile başlıyor. Aradığı işi bir türlü bulamayan evinin mortgage'ını ödemekte zorlanan Larry çareyi üniversitede iki derse kaydolmakta buluyor. Ve bilin bakalım üniversite de aldığı iki dersten birinin hocası kim? Gülünce içimi ısıtan Julia Roberts'ın canlandırdığı Mercedes Tainot tabi ki! Larry'nin hayatı üniversiye girişiyle hayatı değişiyor ama bunun asıl mimarı Mrs. Tainot'tan ziyade Gugu Mbatha-Raw tarafından canlandırılan Talia oluyor. Talia Larry'yi kanatları altına alıp ona yeni bir motosiklet klübü, saç kesimi, kıyafetler ve dekorasyon veriyor. 



Tom Hanks iletişim konusunda biraz tutuk kalabilen, iyi, biraz awkward Larry Crowne rolü ile gülümsetiyor. Zaten Tom Hanks'in oynadığı ve sevmediğim bir rol hatırlayamıyorum.

Julia Roberts film boyunca bize sadece romantik rollerin değil komik rollerinde oyuncusu olduğunu hatırlatıyor. İşin romantik kısmına geldiğimizde ise tekrar tekrar Julia Roberts bana öyle bakıp gülümsese köprüden atla dese atlayabilirim diye düşündüm. bu Notting Hill'de de böyleydi 12 yıl sonra gelen Larry Crowne da da böyle.

Tanıdık yardımcı oyuncuları da Larry Crowne da görmek mümkün, Wilmer Valderrama, Bryan Cranston ve Taraji P. Henson fimde bana tanıdık gelen yardımcı oyuncular.


Sonuç olarak Larry Crowne güzeldi. Beni mutlu etti. Tam da çok ihtiyacım olduğunu düşündüğüm şu günlerde benim de bir Talia'm olsa dedirtti. Bir de keşke Larry kadar cesur olabilsem. Yani film de Larry küllerinden öyle bir doğdu ki sanırım bu dönem benim en çok isteyip başaramadığım şeyi o başardı. Bravo Larry!

Geri Dönüş with Movies

Bloga herhangi bir şey yazmayalı o kadar uzun zaman geçti ki içimden birden yazmak gelince kendim bile şaşırdım. Dahası yazmak istediğim konunun son zamanlardan izlediğim filmler olması daha da şaşırtıcı geldi. 


Daha önce izlediğim filmlerle ilgili yazı yazdım ama işin doğrusu ben daha çok dizi insanıyımdır. Özellikle kendi başımayken film izlediğim oldukça nadirdir. Boş vaktim olduğunda kitapları, dizileri hatta oyunları filmlere tercih ederim. Oturum film izlemem çoğunlukla arkadaşlar veya aile bir araya toplanınca olur. 

Ama finallerim bitti ve ben son finalimin akşamı ve sonraki iki akşam işten gelince oturup film izledim. herhalde me before you'nun Türkiye'ye gelmesini büyük heyecanla beklediğimden olacak film izlemek bu ara aklımın bir köşesindeydi hep.


Bu sabahta dedim ki kendi kendime, madem sürpriz bir şekilde film izlemeye başladın bari bir film günlüğü tut. Yakın zamanda izlediğim filmleri toplamaya başladım bir araya ama birden içime kötü bir his doldu. Eğer  film günlüğü tutmaya başlarsam birden film izlemeyi bırakırmışım gibi geldi. Ki ben kendimi biliyorum, büyük bir ihtimal bu. Sonra ya günlük tutmasam da bloğa yazsam dedim. Kötü hissin gelmesini bekledim, ama baktım kötü bir his yok. Yakın zamanda izlediğim filmlerden bazıları yan gördükleriniz, önce onlar hakkında yazmayı planlıyorum sonrası kısmet artık.

Ama olur da film izlemeye devam edersem izlemeyi planladığım diğer filmler sağdaki resimde olanlar. Aslında "aşkın formülü yok" ve "portakallar"ı daha önce yarım yalamalak da olsa izledim, sevdim. Baştan sona yeniden izlemek istediğimden aldım ama bir türlü vakti yaratamadım ama bundan sonrası için umutluyum. bakalım.